Uzun bir tepenin ardından çıkıp gelen kimse olmuyor çoğu zaman. Sadece beklediğin birkaç saatin hesabını yaparak önyargılarını besliyorsun, çünkü kimse kimseyi saatlerce, günlerce, aylarca hele yıllarca beklemiyor artık. Sadece varsayım. Ya da bilmiyorum, bazı şeylere olan inancını en aza indirirsen, daha az yıpranacağını düşünüyorsun. En iyi savunma sanatından hallice bu bahsettiğim olgu. O tepenin ardından kimse gelmeyecek, kimse hep yanında kalmayacak, kimse senin en sevdiğin filmi dikkate almayacak. Bu gerçekle yaşamaya başladığında, daha sert ve ciddi olmaya başlıyorsun. İnsanlara açıklamaya çalıştığın çok şeyin olacak, neden böyle göründüğün, neden sustuğun ya da neden gereksiz güldüğün.
Kimse bir diğerinin yeterince umrunda değil, olmasına imkan yok. Gereğinde fazla bir bencillik ile doğuyoruz, üzerimizden atamadığımız. Sadece sesini çok fazla çıkaramayanlar iyi sayılıyor, yoksa iyi insanlar olduğumuzdan değil. Hayal kırıklıklarımız oluyor bizim, yalnız kalıyoruz. Her şeyin sonunda yalnız kalıyoruz zaten. Kimse affetmiyor.
20 Aralık 2013 Cuma
12 Ekim 2013 Cumartesi
The Age of Innocence (1993) - Martin Scorsese
Scorsese'nin geleneksel film tarzının dışında olan çalışmalarını daha çok beğeniyorum sanırım. Hani hepimizin içerisinde kimsenin bilmediği fakat arada bir dışarı çıkan, sakin bir yan vardır ya, Scorsese bu hallerini fazlasıyla iyi değerlendiriyor. Bu yüzden bu kadar etkilenmiş olabilirim, sert mizaçlı duruşunun yanında böyle naif bir eser verdiği için. Hatta kimi yerlerde, Scorsese tarafından Kubrick'in Barry Lyndon'una verilmiş bir yanıt olarak da geçer. Hayırlısı.
İsmini hatırlayamadığım, hatırlasam da yardımsız yazamayacağımdan üşendiğim yazarın, klasik bir romanı aslında. Uyarlama söz konusu olduğunda Scorsese'nin işin ehli olduğunu zaten savunurum hiç affetmem fakat bu kez farklı olmuş. Tarzının ötesinde, dış sese fazlaca yer verilen, klasik dönem filmi. Ve roman uyarlaması olduğundan gocunmadan kendi tarzı ve o dönemin politik tutumu müthiş yansıtılmış. Kült bir film, kült olmasına ama Michelle Preiffer'ın Kontes Olenska'yı canlandırdığı oyunculuğunda anlamlandıramadığım bir şeyler söz konusu. Özgürlüğüne düşkün ama söz konusu aşk olduğunda kendini kapatan bir karakter, harika bir uyumu var ama, öyle oldu şöyle böyle ama, ama... Saçlarını mı beğenmedim lan acaba? Avrupai yaşam tarzını benimsemiş, iki ülke arasındaki farklılıkların yürüyen ve insanları etkileyen hali. Onun dışında oyunculuklar mükemmel düzeyde zaten, castı ağlatmışlar, Winona Ryder sempatizanlığımı az çok bilirsiniz. Yine burada da masum ve geleneklerle dolu, kendi doğrularını sessizce düşünüp asla dile getirmeyen, aslında hepimizin maruz bırakıldığı May karakterini çok iyi yansıtıyor. May karakteri üzerinden Amerika'nın dönemsel tutumluluğu ve Avrupai hayat tarzına olan bakışını ele alındığını düşünüyorum. Bunu Kontes Olenska ve Newland arasında diyaloglardan da rahatlıkla anlıyoruz. Ellen karakteri tam bir avrupalı, özgür ve yeni yeni oluşmaya çalışan New York'un salt yapısına aykırı davranışlar sergileyip, yeniliğe kapalı toplum tarafından dışlansa da, her zaman için esas oğlanımız Newland için, Daniel Day Lewis, göz bebeği olacaktır.
Martin Scorsese'nin New York hayranlığını hepimiz biliyoruz, bu yüzden durağan sahne ve görsellik çok ön planda. Mix'ler arası geçiş ve olayların tasvir edilişi yönünden duyguları çok iyi yansıtıyor. Hatta balo salonlarında yer alan tablolar, film içerisinde de hayat buluyordu sanırım, uyduruyor da olabilirim tabii. Böylece sıkılmadan kolayca izliyorsunuz fakat biraz manzara kompleksi olmuş gibi, bu yüzden konu bazı sahnelerde sekteye uğruyor.
Amerika ve Avrupa sinemasında büyük yer edinen, hatta bunu kıtalara yedirmeden değinelim, sürekli karşımıza, karşıma çıkan masum aşk üçgeni beni artık fena bozmakta. Ortada sorumlu kimse yok, her durumda bir kişi incinecek, üzülüyoruz reyiz. Esas oğlanımız yasak aşkını engelliyor, bizler bunu büyük bir şeymiş gibi karşılıyoruz, yine üzülüyoruz. Kimse de çıkıp duruma realistik yaklaşmıyor. May karakteri, ana karakterimize diğerine gitmesi için bir fırsat sunduğu halde kullanmayıp evliliğini sürdüren, üzerine üç çocuk yapan ve hala kalbini bir başkasına adayan Newland karakteri, final sahnesinde umutsuzca vazgeçiyor. O sahne gerçekten iyiydi yalnız. Fakat fedakarlığın timsali insanların temayı oluşturduğu filmler yüzünden ilişkilerden beklentimiz artıyor. Taviz vermelerin önemli olduğunu düşünüyoruz, hayal kırıklıklarımız oluyor, sağladığımız başka mutluluklarla avunuyoruz belki de. Ki sinema dünyasının sürekli olarak övdüğü bu yasak aşklar yüzünden, kanlı canlı Kontes Olenska'lara dönüştürüldük.
Devam da ediyoruz.
8 Eylül 2013 Pazar
OFSAYTA DÜŞMÜŞ ŞİİR.
içeceğimiz kadar çay biriktirdim
bir de sigara
dün gece ölü bulundum leyla
haber alamıyorum kendimden
kontörün varsa beni bir ara.
devşirme gülüşlerle yaşarken ağır aksak
uyku tutmuyor
verdiği sözleri
başım yerine dönüyor dünya.
kepaze oldum leyla
nerlere vurdum kendimi bilemezsin
çocuklarımız olsun bademciklerin dedim
düşünmeyelim, aldıralım ikisini de sonra.
biz kül gibi yaşar gideriz nasılsa
biraz kül biraz duman
ah oyuz işte biz
ah leyla kız yüz çevirmiş aman.
kabul etmedin leyla
ben sanıyordum ki
nişanlanırız, bayramda akraba dolaşırız
sıra sıra.
git evlen leyla
gelinlik giy bembeyaz
o kapkara adamla yat sonra.
çocuğumuz olmasın hiç
çerçevelenmesin fotoğraflarımız
zaten düşündükçe ağlıyorum
ne kadar azım içinde
ne kadar seyrek
korkuyorum leyla
içim titriyor
bak bu mermiler gerçek.
ağzıma kurşunlar sıkıcam leyla
içimdeki bütün kuşlar ölecek
şaka değil bak, bu çok sahici bir mısra
biriktirdiğim çaylarda boğulucam
sigaralarla tutuşucam bağıra bağıra.
çayı kaç şekerli içersin gibi
bir şey olacak o zaman
beni neden sevmedin sorusu
cevabını roman diye yazacak gogol
sadece 23 Nisan'da kullanılacak ondan
sonra
israfil'in üflenmeyen borusu.
ben ne yapayım leyla
söyle bana
ciğerimde terör estiriyor verem
al bak bütün varım senin olsun
iste her şeyimi sana verem.
inan bana kendime inanmıyorum ben
tutup allaha nasıl inanayım
ki o da bana inanmıyor zaten.
anlaşmaya varıcaz ama bir gün biliyorum
kitabım yok diye üzülüyorum bazen
ama allahın bile dört kitabı var
toplayınca
hayyamdır leyla bu dünyada
en umarsız gülen.
bütün organlarımı bağışladım
içimde yalnız sen kal diye
tıp dünyasına katkımız da bu şiir olsun
gel sen de leyla
gel gelinim ol
sen farkında değilsin ama
gözlerin, fener'in yediği
iki jeneriklik gol.
Anıl Can Oğuz.
Etiketler:
Anıl,
Anılcan Oğuz,
Şiir
6 Ağustos 2013 Salı
Bu da böyle bir anımdı.
Kendi geçmişine gönderme yapmadan, hissettiklerini örneğe
bağlamadan, iyi bir şarkı açmadan ya da bir kadeh içmeden salt yazmak neredeyse
imkansız. Uzağa gitmenin benim için hep zor olduğunu düşünürdüm ama bu daha
büyük bir zorluk. Süslü kelimeler olmadan sadece hissettiklerimi yazmak.
Sanırım insanlara onları incetmeyecek bir
güvensizlikle yaşama devam ediyorum. Belki de bir diğerinin dikkat alanına
giremeyecek kadar önemsiz hayatlarımız vardır, bilmiyorum. Ama güvensiz oluşum
doğum lekesi gibi değil. Kendi telkin yöntemimi
genişletip fetüs olduğum zamanlara gitsem bile, bunun kaynağını bulup ortadan
kaldıramıyorum. Klasik büyük aile travmaları; küçükken
yaz tatillerinde hiçbir zaman olmak istediğim yerde olmazdım. Aslına
bakarsanız, bu seneye kadar hep bir şekilde bazı yerlere maruz bırakıldım,
sesimi çıkaramıyordum çünkü bunun böyle olması gerektiği öylesine güzel dikte
edilmişti ki, profesyonelce kandırılmıştım bir nevi. O sıcak yaz tatilleri,
gitmek için yalvardığım sahneler ve aldığım olumsuz yanıtlar. Katlanırdım, eğer
günümüze kadar bir süper kahraman olarak gelseydim eğer sanırım bu benim
pelerinsiz yeteneğim olurdu. Çok güzel katlanırım. Henüz çok küçük bir çocukken
sevdiğim adamı kuzenimle beraber paylaşmıştık. Yani, beraber sevmekten
bahsediyorum, o zamanlar. Bu çocuk o kadar sevimliydi ki, balkondan
notlaşırdık. İçine kargacık el yazısı ile 'yüzün çok güzel görünüyor' yazıp
uçak yaptığını kağıtları bizim balkona gönderir, bende ucu katlanır uçaklarla
geri yollardım. Kuzenim olayına girmek istemiyorum. O döneme ait hatırladığım
çok ilginç bir şey ise, henüz daha 9 yaşında iken feci bir uykusuzluk sorunu
çektiğim. Geceleri korkmaktan uyuyamazdım, gözümü kapattığım an action ibaresi
görünür ve en korkunç senaryoların yer aldığı geçen senenin en iyi yapımı, cannes şöleninden
birer parçaymışcasına oynardı. Hayatımın soyut extacy kullandığım yıllarıydı
sanırım, ruh gibi dolaşır ve sokakta oynanan hiçbir oyuna katılamazdım. Sonra
taşınınca bu korku da geçti, öncesinde yardım aldım tabii. Taşınmak demişken,
taşınmak öylesine eşyaların yer değiştirmesi ile sonuçlanan basit bir olay
değil, bir hayat tarzı, yaşama şekli. Şimdi ilgi ve sevgi ihtiyacımdan
bahsetmenin tam sırası fakat bunun için fazla geçmiş bölümdeyim. Kısacası,
kabul etmemek için cesurca savaşsam da, sürekli olarak 'beni sevin, beni sevin'
algım var. İnsanların, sevgilimin, ailemin, arkadaşlarımın (tümden gelim oldu)
sevgisini kazanmak uğruna çok terler döktüm. Kimi zaman elime yüzüme bulaştı
da, gidip çıkaramadım. Çünkü sürekli olarak bir şeylere, bir yere alışmak
zorundaydım. Çocukluğumun büyük bir dönemi adapte çalışmalarına heba oldu,
sanırım bu sebeple insanların sevgisini kazanmak uğruna Braveheart filminde
başrol oynuyorum. En iyi öğrendiğim bu, üzerimden atamadığım da bu. Ev alıp
yerleşik hayata geçmiş olmamıza rağmen.
Tabii ki sevgi yapım kazanım çalışmalarım
burada bitmiyor, ayı yavrusunu severken öldürürmüş atasözü liseye başladığım
ilk yıl öylesine bir yüzüme çarpıyor ki, kendimi bir sene yerden zor
topluyorum. Tabii, bunun yanında iyi şeyler de oluyor, mesela kimsenin
beklemediği ve en iyi eğitim-öğretim veren bir okula yerleşmiş olmam gibi.
Gerçi bu ileride pek bir şey sağlamıyor ama yinede kendi hayatım hakkında
kendime spoiler vermeyeceğim. İyi bir lise, fazladan 7 kilo, düzleştirici ile
tanışmamış saçlar ve dinlediğim sert şarkılar. İlk seneyi beklediğimden iyi
atlattığımı hatırlıyorum ve tabii, sevgi çalışmaları ile. Okul üniformasını ve
düşük notları konu dışında bırakırsak eğer, gayet iyi bir senenin tohum
vermemiş hüsranına doğru yol alıyorum. Ki burada şöyle bir nokta var, eğitime
karşı duruşum bu dönemde şekilleniyor, sadece öğretimin gerekli olduğunu
düşünüp derslerden istediğim kadarını alıyorum. Bu da sınıfa ilk sıralardan
girip son sıralardan mezun olmama neden oluyor ama olsun. Varsın olsun.
En yakın arkadaşım ile en yakın diğer
arkadaşımı bir buluşmada yan yana getirip, big bang yaratıyorum. Ve Tanrı
parçacığından çok daha önemli bir şey buluyorum; bunu bir daha asla yapma! İlk
bakışta iki yakın arkadaşın sevgili olma kobinasyonu çok cici gelebilir ama bu
benim adapte olmam gereken iki yıla mal oluyor. İkisini de tüzel sebeplerden
ötürü kaybediyorum çünkü ve ergenliğim en sert şarkılarını dinlediğim bu
dönemde siyah makyajım ve kızıl saç çalışmalarım hız kazanıyor. Gerçi bu big
bang'in artıları yok mu? Elbet var, buzul çağ sona erip dinozorların hepsi
öldüğünde, bugün bile 'canlarım ya' diyebileceğim bir arkadaş grubu
kazandırıyor. Ve şimdi dönüp baktığımda, lise yılları hayatımın en mahkum ama
aynı zamanda en güzel yıllarıydı. Arkadaş açısından elbette, o zamanlarda son
dönemde okuyan biriyle olan ilişkimden söz etmezsek. İnsan hayatı sayısız kör
noktalara sahiptir derler ama bu benim için resmen kara delik gibi bir şeydi.
Ne kadar mutsuz olduğumdan mı yoksa, zorla onun yanında kalmaya mecbur
bırakıldığımdan mı bahsedeyim bilmiyorum ama şu an bile ayrıntıları
hatırlamıyorsam çok da mühim değil demek ki. Her ayrılık insana sayısız arkadaş
kazandırıyormuş ya da hali hazırda var olan arkadaşlarla aranı daha bir sıcak
kılıyormuş. Kim derdi ki ayrılık çok da kazançsız diye? Deli divane çılgın
mılgın dönemler o zaman. Hepimiz bir grup kaybedenleriz, hepimiz yanlış
kararlar almışız, hepimizin cebinde beş kuruş para yok. Migros gibi mekanlarda
buluşup dergilerdeki hediyelik anahtarları falan çalıyoruz, aman aman. A. ve
ben edebiyata sarıyoruz o zamanlar ama toplumcu şiirlere karşıyız. Sanat, sanat
için olmalı ve biz sanatımızı hep anlaşılmayacak üçüncü kişilere adıyoruz,
ironi. Cemal Süreya seviyorum o dönemler, hatta Cemal Süreya'nın yarattığı
kadınlardan olmak istiyorum. Dinlediğim müzikler de daha hafifliyor, S. ile
okul sıralarında Fine Frenzy gibi tek vokalli ve bu vokalleri brutual olmayan
şeyler dinliyoruz. S. ise her zaman benim için en yakın ve en uzun arkadaş
oluyor. Onun hep romantik ve duygusal karar veren kişi, ben ise mantıklı ve
eğlenceli olanım. Bu şekilde kör topal çok güzel ilerliyoruz ve her sabah müdür
konuşmasından, giymediğim okul ceketinin ve kravatın gazabından kurtulmak için
kızlar tuvaletinde saklanıyoruz, buna istiklal marşı da dahil.
Sonra staj dönemleri başladı. Hiç
istemediğim mesleğin fragmanında buldum birden kendimi, allahım ne yapsam ne
etsem sevemiyorum bir türlü, olmuyor. Kımıl kımıl etrafımı çevrelemiş çocukları
gördükçe ateşim çıkıyor, hayali grip oluyorum falan. Bir de anasınıfı bölümüne
gönderdiler beni, çocuk boyutları yarıya düştü, gürültü ekseriyetle yükseldi de
yükseldi. Hayal gücü seviyesindeki inanılmaz artıştan bahsetmiyorum bile.
Hayır, bahsediyorum. Mesela çok sevimli küçük Einstein yanıma geliyor ve ' Eren
beni pıçakladııı ' elini göğsüne bastırmış, ölmek üzere olan bir adam gülüşü
ile yanımda ambulans çağırmam için bekliyor ve ben saatlerce o çocuğa ölmediğini
anlatamıyorum. Katiyen anlaşamıyoruz ve yorgunluktan kıvrılmış vaziyette eve
geliyorum her gün. O dönem bir de spor ve diyet yaptığım dönem, bir ayda 12
kilo veriyorum, zayıflayayım derken yanlışlıkla çökmeye başlıyorum. Staj
bitiyor ama zayıflama devam ediyor, diyetin bu kadar mükemmel bir şey olduğuna
inanamıyorum o zamanlar, hatta zayıflayamayan insanlara anlam da veremiyorum.
Konusu geçiyor, 'ay şekerim gizlice yiyordur onlar ya' diyorum, hani ben şapır
şapır veriyorum ya kiloları. Sonra bir gün evde yalnızım, genellikle olduğu
gibi, kardeşim okuldan gelecek ve beraber bir şeyler yedikten sonra masayı kim
kaldırsın kavgası yapacağız, kendimi kazanmaya hazırlıyorum. Dolaptan vişne
suyunu çıkarıp, masaya bırakmak üzereyim ama bir anda halı kırmızıya boyanıyor,
son gördüğüm görüntü bu. Daha sonra kendimi, bir daha asla kurtulamayacağım
hastane odasında buluyorum. Meğer diğer insanlar haklıymış, hızla kilo verişim
diyetten değil, hastalıktan olduğu ortaya çıkıyor ve tüm tombişlerden özür
diliyorum.
Annem ve babamın evlendiklerinde tabii ki
hasta bir çocuğa sahip olacaklarından habersizlermiş, oysa unuttukları ayrıntı
ise ikisinde de taşıyıcı olan bir hastalığın minik doğan kızlarında can
bulması. O günden sonra deyim yerinde ise hayatım toz duman oluyor. En
sevmediğim şeylerden biri hastane kokusu iken, en sevdiğim hırkalarda başka
kokuyu bulamıyorum. Değerlerim çok yükseliyor, hemen devlet hastanesinden çıkış
yapılıp, özel doktorlar aranıyor harıl harıl. Sonra bizi tedaviye kabul edecek
birilerini buluyoruz, fikrim dahi sorulmadan huup mercek altına. Neyse ki
doktorumu seviyorum, iyi de anlaşıyoruz. Bu dönem yaz tatiline rastladığı için
okul hayatından pek bir şey kaybetmeden yeni döneme başlıyorum. O sıralar gün
içerisinde en az 18 tane ilaç aldığımı hatırlıyorum, bu bana doktorlarda
oynayacak kadar tıp bilgisi kazandırıyor. İki haftada bir düzenli olarak
kontrole gidiyorum. En yakın arkadaşının doğum günü nasıldı? - Kontroldeydim.
-Konser varmış? -Kontroldeyim. Hayat kalitemi yarıya düşürerek yaşamaya başlıyorum
o dönemde, geriye dönüp baktığımda iyi katlandığımı fark ediyorum. Belki şimdi
olsa bu kadar çaba göstermezdim. Kaldı ki, bir ara tedavi olmayı reddediyorum,
ilaçları kimse görmeden atıyorum, kullanmam gerekenleri yastığın altına
saklıyorum, sözde bazı şeylerin acısını çıkarıyorum ama tabii, asıl benden acı
acı çıkıyor. Doktorun takip hastasından çıktığım gibi, değerlerim de tavan
yapıyor ve bunun etkisini bugün bile görüyorum.
İyi şeyler de olmuyor değil tabii. Bu
dönemde biriyle tanışıyorum, lisede son senemiz. Beraber vakit geçirmeye
başlıyoruz, eğleniyoruz da galiba. İnsanlara 'yaa arkadaşız canım' derken içten
içe gülüyorum. O şarkı söylüyor, ben şarkı biriktiriyorum. Çok sık görüşüyoruz,
öyle böyle derken 4 ayı devirip tercih dönemi geldiğinde, ben tedavimden dolayı
bir seneliğine üniversite hayallerime ara vermek zorunda kalıyorum, onun da
sonuçları çok iyi değil, benim de iyi değil gerçi, neyse kalma planlarımız var.
Aman tanrım, aşkımıza bakar mısınız? Umutluyum bu kez, hayat toz pembe, cıvıl
cıvıl şarkılar dinliyorum, ay saçlarım da uzamış daha ne olsun canım. Evren
beni duymuş olacak ki, ertesi gün herif tercihini yapmış gidiyor! Hala içimdeki
saf duygularımla üstesinden gelemeyeceğim bir şey değil diyorum, derken adamın
yüzü beş karış. Mutsuzmuş, beni de bu mutsuzluğun içine çekmek istemiyormuş ama
kendi gidemediğinden benim ondan gitmem gerekirmiş bıdı bıdı vıdı vıdı. Üzülüp
mahvolduktan sonra tamam diyorum, gideyim. Sonra A ile hastane bahçesinde
buluşup dertleşiyoruz, o gün hayatımın geri kalanını başka bir hayata
bağlayamayacağımı öğreniyorum, zor yoldan da olsa öğreniyorum. Adam çok uzağa
olmasa da gitti sonuçta. O dönem de sanıyorum ki Ege Üniversitesine gidecek,
çok uzak değil. Belki? Şans? Oysa cidden uzağa gitmiş, eski sevgilisine kadar
gitmiş yani. Gerçekleri öğrenmem uzun sürmüyor, öğrenince de çılgına falan
dönmüyorum, gayet aklı selim bunalımlardayım. Sonra geçiyor, işsizlikten
üzüldüğümü düşünüyorum, bir duygu hiçbir iz bırakmadan öylece gidiyorsa eğer,
gerçek olması imkansız. Bunu da tabii zor yoldan öğrenip geri kalan yıllarımda
öğrendiğim için kendimi şanslı sayıyorum.
Hayatımın o dönemini erkek arkadaşlarımla
geçiriyorum, arkadaş grubumuzdaki tüm kızlar istedikleri üniversitelere
yerleşiyorlar çünkü, olsun diyorum bizim beyler var ki bu bana yepyeni ve
değişik bir bakış açısı kazandırıyor, söylemek istediğini direkt söylemek gibi.
Çünkü erkek milleti bu, gelmişine geçmişine küfret bir şey demiyorlar,
giydiklerinle pişti olma durumun yok, beni neden bugün davet etmedin tribi yok,
dedikodu yok, her yönden, özellikle mental olarak, rahat geçirdiğim bir dönem.
Gerçi bu gevşeklik bana ekstradan 10 bin sıralama kaybettiriyor ama varsın
olsun, şimdiki hayatım göz önünde bulununca mutluyum.
Hayat bazen bizlere aynı senaryoları tekrar tekrar yaşamamız için
gönderiyor sanki. Hep seçim hakkımız olmadan, devam ediyoruz. Aynı yolu
defalarca arşınlıyoruz, tam daha büyük bir acı yaşayamam derken, yeni bir yola
sapıp senaryomuzdaki sonucu değiştiriyoruz. Şimdiye kadar ne hırslı ne de
belirli bir amacı olan biri olmadım, olamadım. Hep kendimle beraberdim, beni
hizaya getirecek disiplinli bir baba olduğu halde, kendimi teşvik edebilen bir
ben vardım, benden yana. Bu yüzdendir ki, çok kolay pişman olmuyorum. Geriye
dönüp baktığımda, ilişkilerim hariç, yaşadığım çoğu şeyden pişman değilim. Pişman olmamam gerektiğini öğrendim çünkü. Her
neyse, bu dönemde yani Ösym yenilgisi ardından tercih zamanı geliyor, bu
yaştaki insanlara devlet neden bunu yaptırıyor diye düşünüyorum ki, en zoru bu.
Geleceğini etkileyecek kararlar vermek. Hemen benim için listeler hazırlanıyor,
babam ve annem birlik olmuş. Sürünün bir parçası haline gelmem için biçilmiş
kaftan olarak bir liste var önümde, eğitimci ailenin eğitimci kızı. Statüme
yenik düşmüyorum tabii ki, direniyorum. Direne direne savaşıyorum. Tercih
listesini onaylamayacağımı söylüyorum, istediğim bu değil. Çünkü dünya üzerinde
tek başarabildiğim şey, iletişmek. İnsanlarla anlaşmak, yeni yerleri ve
insanları keşfetmek, kitapları okumak, filmleri yönetmenlerine göre sıralamak,
sosyal her şeyi akılda tutabilmek, fikirleri pazarlamak, insanları dinlemek
vesaire. Kendimi öğretmen kalıbında göremediğim için ailemden özür dileyecek değilim,
kendi tercih listemi kendim oluşturup kimsenin haberi yokken gönderiyorum.
Üstelik ailem yakın civarda okumamı istemişken, benim İstanbul tutkum var,
İstanbul; anısı ve yaşanmışlığı farklı şehir. Hatırlıyorum, daha ilk adım
attığım anda etkisi altına almıştı beni. Tercih listemi de böylece etkisi
altına alıyor. Etkisi altına alamadığı tek şey babam, çok büyük kavgalar
yapıyoruz. Evden gidiyorum, nereye gidebilirim derken, en fazla üç blok öteye
gidip kuzenime sığınıyorum. Sonra konağa geçiyorum, bir hafta boyunca kimse
almaya gelmiyor. Sonra herkes sakinleşmiş olacak ki, eşyalarımı toplamam için
arıyorlar. Oysa asıl sebep tedavi, radyoaktif tedaviye başlanılmam isteniyor.
Hayır, istenmiyor. Zorlanılıyor. Hayatımın en karanlık, en yalnız zamanlarını
yaşıyorum. Yalnızlığa karşı antipatim oluşuyor ve geceleri yalnız uyuyamıyorum
artık o olaydan sonra. Kendimi insandan başka her şey olarak hissettiğim tek
zamanlar, kimsenin anlamasını beklemiyorum. Kimsenin beni anlamasını beklemiyorum.
Mükemmel aşkı aradığım mükemmel kitaplarım var. Sabahattin Ali var, John Fante
var. Ailemin böyle bir şeyi bana nasıl yaptığına inanamayarak bir kırk gün
geçiriyorum, henüz kendime gelmiş olmalıyım ki, tedavi işe yaramıyor. Tekrar
fikrim alınmadan ameliyat için üç doktor ve ekibiyle anlaşılıyor, etrafımda Türkçeyi
dahi iyi konuşamayan asistanlar yara izinin çok büyük olmayacağını söyleyerek
beni ikna etmeye çalışıyorlar, boynumuz kıldan ince. Şaka yapmıyorum, cidden
ince. Sonrasında detayları benimle birlikte yok olacak olan bir operasyon
geçiyorum, altı saatin sonunda uyanıp acının yarattığı Frankestien karakterime
hemen uyum sağlıyorum. Üstelik bir ay içinde kendimi toparlayıp yedinci
sınıftan beri hayalini kurduğum üniversite hayatına hazırlanmam gerek.
Üzerinden iki hafta geçiyor, ne konuşabiliyorum ne de acı çekmeden
uyuyabildiğim geceleri hatırlayabiliyorum.
En kötüsü de hayalini kurduğunuz önemli zaman dilimlerinin
gelişigüzel bir biçimde gerçekleşmesi. Birine beddua edecekseniz, şüphesiz bu
olmalı. Üstelik istemediğim bir şehre istemediğim bir yalnızlıkla gidiyorum.
Evren:34 Betül:0
O dönemde hayattan hiçbir beklentimin olmadığı anları yaşıyorum,
hiç başınıza geldi mi? Sadece uyuyarak hayatta kalabileceğinizi anladığınız
zamanlar? İşte, tam olarak bu. Çevremdeki herkes yabancı, karşıma çıkan ilk
seçeneğe bırakıyorum kendimi, her şey daha ne kadar kötü olabilir ki? Mantığının
beni ipe götüreceğini bildiğim zamanlar. Yeni sınıfım desen, ait olduğum yerden
çok uzak. Kimse ile anlaşabileceğimi ya da anlaşılabileceğime ihtimal
vermiyorum. Sanırım insanoğlunun önyargı ile tanışması bu dönemde başlıyor, ne
kadar çok farklı insan, o kadar çok önyargı. İnsan yabancılaştıkça
hırçınlaşıyor, içine kapanıyor. Bunun tanımakla ilgilisi yok, insan
yabancılaştığı herkese karşı hırçınlaşıyor, aile,arkadaşlar, kendisi.. Tolstoy’u
ve Edip Cansever’i bilemeyen insanlarla yakın ilişkiler kuruyorum. Aslında
onlarla da değil, onların aileleri ve sevgilileriyle. Çünkü kimsenin, yanlış
dahi olsa, kendine ait bir düşüncesi yok. Mirror sendromu olan insanları
hayatıma alıyorum, görüp beğendiği insanların düşüncelerini ve yaşam tarzlarını
mükemmel bir ustalıkla hayatına copy-paste yapan insanlarla gülüyorum.
İngilizce seviyesinden dolayı da sıkıntı yaşıyorum, 20 yıl boyunca İngilizceden
bu kadar uzak kalacak, nerede yaşadı bunlar? Diye düşünüyorum.
Ve alıştıkça, onları da anladıkça önyargımın ne kadar tutarsız
olabileceğini fark ediyorum. Küçümsediğim insanlar sayesinde ne kadar küçük
olduğumu anladığımda tüm karamsarlıklar da bununla beraber uzaklaşıyor. En iyi
yapabildiğim şeye bırakıyorum hepsini, iletişime. Aslında onların da farklı bir
düşünce yapısına sahip olduklarını görmek, vakit geçirmek hoşuma gidiyor. Ve
hayatımda ilk kez kız kavgasına karışıyorum. Yani, durduk yere bir sebep yokken
birbirimizi kırabiliyoruz. Her şeyi sindirmeye başlasam da, en yakın olarak
gördüğünüz insan bile size nasıl zarar vereceğini hesaba katmıyor. Size en
yakınınız zarar verebilirken, dünyanın yapacaklarını bir düşünsenize? Bu
yüzden, bu satırları Word dosyasına yazıyorum, o beni üzmez. Duygu radarıma
giren birinin de bu yazıyı okumayacak olmasının rahatlığı da var, yoksa bu kadar açık
olmamam gerektiği deneye tabii öğreneli çok olmadı.
Sonra onunla tanışıyorum. Sınıfta en arkada oturan, sessiz,
çevresine karşı ilgisiz görünen ama içten içe onda bir farklılık olduğunu
sezdiğim kişiyle. Aslında tanışmaktan ziyade, zaten tanıyoruz birbirimizi ama
ilk kez o gün, onu gerçekten tanıyorum. Daha önce hiç hissetmediğim bir şey canlanıyor
içimde, çünkü ailem bile bana bu kadar zarar vermişken, o endişe ediyor.
Sanırım hayatında ilk kez onu koruyan biriyle karşılaşan hemcinslerimin
hissettiği bu olmalı, değer. Birlikte biraz zaman geçiriyoruz, bir insan hem
dururken hem de düşünürken bu kadar çekici olabilir mi? Oluyor. Ama korkuyorum,
çünkü bu hayatta beni hem mutlu edebilecek hem de zarar verebilecek tek kişi o
gibi geliyor. Gardımı indiriyorum çünkü, onunla olmanın en güzel yanı da bu.
Sonu kötü bitse dahi yaşadığın hiçbir şeyden pişman olmayacağın ve güvende hissedebileceğin
biri. Hatırlıyorum, bir gece yalnız uyumak zorundaydım ve korkumu bildiği için,
gece ben uyuyana kadar telefonda konuşmayı teklif etti. Fakat yine uyuyamadım
ama bu kez ağlamaktan, çünkü birinin sizi bu derece önemsemesi mümkün olabilir
mi? Bu mutluluk denen şey bağımlılık yapacak miktarda güzelmiş meğer.
Ama anlam vermek zor oluyordu bazen, bir insanın tekdüze
yaşayamayacağını biliyordum ama daha önce böyle bir deneyimimim olmamasının
getirdiği kırılganlıkla her şeyin yok olmasından ölesiye korkuyordum. Üstelik
sağlıklıydım, hiçbir sorunum kalmamıştı, ailemle işler iyiydi, yeni çevreme
alışıyordum, yepyeni ve mükemmel biri vardı hayatımda, dur bir saniye. Tanrım?
Sen gerçekten var olmalıydın, daha önce olmasa bile, mutlu olmaya başladığımda
var oldun. Bir anda, habersizce ve başka kimse için değil, sadece benim olarak
orada duruyordun, yukarıda değil, içimde. İnsanlar kötü bir olay sonucu sana
sığınırladı ama sen benim mutluluğumda hayat bulmuştun, başlı başına bir kafa
karışıklığıydın ama konseptin buydu. Onunla da en çok bu yönün benziyordu,
ikiniz de karışıktınız ama bu, sizi siz yapıyordu.
Hepimizin yaşadığı şeyler özneler hariç aynı eşikte. Dilim dilim
her şey, ilişkiler ve insanlık. Ortak bir kaderi paylaşıyoruz, beni bir
başkasından ayıran en ufak bir ayrıntı dahi yokken nasıl bu kadar özel
olabildik? Çünkü bizi özel yapan bazı insanlar var. İyi ki var, yoksa bu
yalnızlığım bu anlaşılmazlığım karmaşasında, sadece iyi şeyler dinleyen sıradan
biri olurdum. Bazı yaşananlar iyi ki var, hepsini göğüsleyerek yaşamayı
öğrendiğimden bu yana, daha iyiyim. Ve ben iyiysem, herkes daha iyi. İyi
hissetmek içten göreceli bir kavram sonuçta.
Hayatıma biraz da olsa dahil olduğunuz için teşekkürler.
26 Temmuz 2013 Cuma
Başımın Ağrısı Leyla
BAŞIMIN AĞRISI LEYLA
başımın ağrısından ölücem leyla
ellerimi bir açsam
gözlerin fırlayacak avuçlarımdan.
beni sevmeyişlerin
kargalar gibi dizilecek mısır tarlalarına.
kolumu kaldıracak halim yok inan
kendimsiz kaldıkça böyle
aklımda yağmurlar biriktiriyorum.
mideme tornavida sokar gibi
yağmurlar biriktiriyorum.
cebimde bomboş bir cüzdan
koka
kola içiyorum sensiz
seni düşünüyorum durmadan.
ağlayıversem kurtulacakmışım sanıp
kurtulmuyorum ağlamayaraktan.
daha beraber cigaralar içip
ellerini sayacaktık;
ellerin ne güzel
su içişin ne güzel
sen ne güzelsin leyla.
başımın ağrısından ölücem leyla
şu ufacık şehirde
gecenin bir yarısı içimi öpmüşsün,
o saniye mp3'ümde
gencebaylı şarkılar çalmışlar.
şu sevdiğin adamı paket yapıp sonra
motorla çook uzaklara yollamışlar.
sesinden sucuklu yumurta yapıcam leyla.
bana inanmadıklarında çıkarıp yiyicem hepsini
kovalayıp bütün kedileri
hayrına burger king açıcam buralara.
başımın ağrısından ölücem leyla
kolumu kaldıracak halim yok inan
ben her dakika bir derviş pataklıyorum içimde
azalmıyorlar leyla.
karnımda gülüşünün faturası
ne yapayım ödeyemiyorum
güzelliğinin türk lirasıyla kaç para
bana yardım et leyla
yanına varamıyorum.
başımın ağrısından ölücem leyla
boynunla parmaklarını
izlemeye aldırdım mobeselerden.
bir balkon çiçeği gibi büyütüyorum seni yavaş yavaş.
aramızdaki uzaklığa ormanlar kurulur o ayrı;
hem bir ormanı yakmak o kadar da zor olmamalı.
sen limonata içerken açıyorsun ya ağzını,
işte benim kalbim de o kadar yırtık;
bir gün ayakkabıların ne güzel dediydin bana
işte dünya artık,
onu demediğin kadar karanlık.
başımın ağrısından ölücem leyla
saçlarımı çöpçüler çekiştiriyor.
saçlarımı saçlarına karıştır,
beraber uçurtmalar yapalım.
kolumu kaldıracak halim yok inan
kolumu çabuk omzuna atman lazım.
tarihin tozlu sayfalarına
plastik harflerle geçmeliyiz beraber
kol kola, el ele..
ne kadar delikanlı duruyorum ben resimlerde,
tırnaklarımı pul niyetine kullanıyorum.
yazının keşfine şahit yazıyorum seni
bak işte şu elimde tuttuğum kalemle.
keşke adın dilruba olsaydı
neyse
siktir et;
uçurtmalar yapalım beraber
salmayalım sonra gökyüzüne.
başımın ağrısından ölücem leyla
mevlütler okunuyor içimde.
rujlar sürülüyor malta adası'na
senin dudaklarına bir de.
içimde gözle görülmeyen bir umut
içimdeki hitler
yoğun ısrar sonucu
barıştı bütün yahudilerle.
uyuyamıyorum leyla
içimdeki kömürlük, annanemle akraba.
kabullenmek istemiyorum;
tek isteğim biraz çekirdek yemek beraber
tanımadığımız bir parkta.
başımın ağrısından ölücem leyla
kolumu kaldıracak halim yok inan.
ben nasıl gülerim sen o adama varırsan?
herkes biliyor her şeyim biraz eksik
peygamberler şehrin ortasında geziniyor
seni anlattığım dinler de o kadar pagan.
seni görünce her şey başa sarıyor;
ama sen yoksan ve hiç olmayacaksan
bu kalp o kadar yoksun,
botanik sarpa saracak biliyorum
seni dalından bir çiçek gibi koparırsam.
vampirler de işi bırakır boynunu öptüğüm gün:
çok muzaffer olacağım leyla
benimle mohaç gibi bir yerde savaşırsan.
Anılcan Oğuz
Etiketler:
Anılcan Oğuz,
Leyla,
Şiir
17 Temmuz 2013 Çarşamba
Haydi/2
Ben, sarı küt saçlarımı kuaförde kestirmiş, uzun saçlarımdan kurtulmuş
olmanın verdiği cesaretle, annemle sokağın başında görünürken, bizim çocuklar
toplu saklambaç oynuyorlar parkta. Her zamanki gibi Nihat ebe. Adam bir türlü
kurtulamadı ebelikten. Şişman oluşundan mıdır, burnundaki et yüzünden nefes alıp
verirken çıkardığı seslerden midir bilinmez, çoğu zaman almıyorduk Nihat’ı
oyuna. En sonunda mâkül bir anlaşmayla karara vardık. Nihat toplu saklambaç
töreninde her el ebe olacak! Nihat ebe oluyor, biz gelip topa vuruyoruz, Nihat
zaten şişman koşturamıyor, biz de istediğimiz yere saklanıyoruz.
Ben, parka giriyorum
kısa saçlarımla. Oyun duruyor. Nihat:
-Çay verdiiim! Diye bağırarak
herkesi çıkarıyor saklandıkları yerden. Kimse tereddüt etmeden çıkıyor tabii.
Nasıl olsa bir dahaki el ebe yine Nihat.
-Kestirdin mi lan saçları
sonunda?
-Kestirdim tabii oğlum. Ne o
öyle karı gibi.
Saçlarımı kadın kuaföründe annemin nezaretinde kestirdiğimi anlatmıyorum
tabii.
-Benimkilerden bile uzundu,
diye lafa giriyor Fadime kıkırdayarak.
Ah Fadime! Adının tersine yüzünde bir metropol bakımlılığı
taşıyan ceylan yavrusu. Gelincik tarlası. Gülümsüyorum sadece; çünkü Fadime ile
diğer herkesten sakladığımız gizli bir geçmişimiz var. Fadime informal olarak
öpüştüğüm ilk kız. Bir de Esra var anasınıfında formal olarak sıraların altında
kırıştırdığım. Çok ateşli. Oyun hamurunu yere düşürme bahanesiyle eğilip
dudaklarımızı birbirimize sürtüyoruz arsızca ve yemek yerken bacaklarına
dokunuyorum Esra’nın kimseye belli etmeden. Bir gün öğretmen yakalamıştı da eşek
taklidi yaptırmıştı bize. Cezaya bak. Sonra bu yeni nesil neden böyle?
Beni o gün almaya
dedem gelmişti okula. Şaşırmıştım. Eve gittik, baktım bizim eşyaları kamyona taşıyor
birkaç adam. İcra mıymış neymiş? Anlamadım tabii. Ben o günden sonra dedemlerde
kalacağımız haberini almanın sevinciyle yeni öğrendiğim örümcek kardeş şarkısını
söylüyorum etrafta. Annem ağlıyor. Ben şarkı söylüyorum. Çünkü dedemlerin
evinin karşısında park var. E parkta hazır ebe var. Hepsini geçtim karşıda
Fadimeler var ve annesi bize salça ekmek veriyor.
Oyuna ben de dahil oluyorum sonra. Nihat topun başında
dikiliyor, topun sahibi gelip var gücüyle vuruyor topa. Nihat, üzerinde on keleş
taşıyan bir asker gibi donunu tuta tuta topun peşinde… Biz Fadime ile onların
bahçesine saklanıyoruz.
-Saçlarımı beğendin mi
Fadimem?
-Çok yakışıklı olmuşsun canım.
Annesinin balkondan bizi izlediğini görünce susuyoruz.
Gelin salça ekmek vereyim size diye yukarıya çağırıyor Selma Teyze bizi.
Merdivenlerden çıkarken, poposuna bir şaplak atıyorum güzel yârimin. Gülümsüyor
utanarak. Bazı kadınların tek silahı bu işte, kendini saklamaya çalışarak
gülümsemek. Bütün dolaşım sisteminizi hasara uğratıyorlar. Annesi salça ekmeği
uzatırken ‘sıhhatler olsun çocuğum pek güzel olmuşsun’ demeyi de ihmal etmiyor.
Fadime’nin annesinin beğenisi kazanmanın verdiği haklı gururla gülümsüyorum,
kulağımın içine kaçmış tıraş artığı kıllara aldırmadan..
-Bir dahaki el bizim bahçeye
saklanalım.
-Neden?
-Özlemedin mi beni?
Merdivenlerden çıkarkenki gülüşün aynısı.. Daha on yaşındasın be kızım.
Bu kadar işveli olma!
Ya sen ebe olursan diye bir düşünce ikimizin de aklından geçmiyor; çünkü
Nihat topun başında hazır..
Bizim bahçedeki kömürlüğe giriyoruz bir dahaki el.
Fadime’yi hışımla duvara yaslayıp önce yanaklarından, sonra da ağzının tam
ortasından öpüyorum. Fadime hiçbir şey demiyor. Ben Fadime’den bir yaş küçüğüm.
Ama yaş farkını sorun etmiyoruz. Filmlerdeki gibi öpüşüyoruz birkaç dakika.
Fadime’nin tükürüğü ağzıma giriyor. Yutuyorum. Fadimeyle gözgöze geliyoruz.
Sevgi bu değil midir zaten? Bütün büyü bir anda çanak çömlek patladıı! Diye bağıran
Nihat’ın sesiyle bozuluyor. Saçlarını düzelten Fadime önden çıkıp gidiyor bizim
bahçeden. Ben duvardan atlayıp başka yerde saklanmış süsü veriyorum arkadaşlara.
Bu yaşta gizli aşk yaşıyoruz, kolay mı?
Sonra toplu
saklambaç sıkıyor bizi. Artık yeter. Hem Nihat da çok yoruldu. Burnundan sümük
baloncukları çıkararak ben daha olurum ebe ya, dese de bizler mahallenin insaflı
gençleri olarak kibarca geri çeviriyoruz bu cazip teklifi. Fadime tam gruptan
ayrılıp eve gidecek oluyor, piç olarak tabir ettiğimiz tiplerden biri bağıra bağıra
şarkıya giriyor birden:
Hadi gel köyümüze
geri dönelim, Fadime’nin düğününde halay çekelim!
Serçe parmaklarımız birleştirip
halaya duruyoruz kızlı erkekli. Sanki ben Fadime’yi daha on dakika önce yememişim,
kızı ön sevişme moduna getirmemişim gibi, kapılıp gidiyorum türkünün havasına.
Halay başı oluyorum. Fadime ağlaya ağlaya eve gidiyor.
O yıl benim sünnetim var. Hazırlıklar son sürat. Dedem
koşturuyor deli gibi. Babam yok tabi ortada. Sahi babam nerede? Üzerinden on yıl
geçti inanın bunun cevabını ben de bilmiyorum. Hiçbir zaman sormadım babama
onca yıl neredeydin, sonra birden niye çıkıp geldin diye. Duymak istemedim
çünkü cevabını. Hem öğrensem ne fark ederdi ki? Babam bana Antalya’daydım dese
ne değişirdi? Hiçbir şey. Bazı soruların cevabını öğrenmemek soruyu sormadan
önceki hayatınıza aynı şekilde devam etmenizi sağlıyor. Her neyse. Salonu
tutuyoruz aylar önceden. Öğretmen Evi’nde olacak sünnet. Kesim dikim işlemi ise
sünnetten bir ay önce. Tarih 11 Eylül. İkiz kulelerin yıkılması anısına benim
kuleyi de sembolik bir ritüelde keseceğiz. Kesim sabahı korkudan kusuyorum.
Tuvalete girip son kez bakıyorum pipime. Buraya kadarmış diyorum içimden.
Ananem dualar okuyup yolcu ediyor bizi. Bir de sünnetçinin ayağına gidiyoruz
sanki yapacağı çok güzel bir şeymiş gibi. Dayımın koluna giriyorum, annem
arkadan geliyor. Dedem sünnetçiye bizden evvel gitmiş. Kapıyı açıyorum ellerim
titreye titreye, kapının arkasında bir gölge. Kafamı uzatıyorum:
Beni yıllar önce lunaparka
götürmüş olan uzun boylu bir adam. Kimdi lan bu diyorum kendi kendime. Az sonra
hatırlıyorum. Babam.
- Aa saygıdeğer ve vefalı
babacığım. Hoş geldiniz ; fakat sünnete henüz bir ay var. Şu an kesime
gidiyoruz. Sen şimdi git bir ay sonra istek bölümünde orkestracı adını söylediğinde
gelirsin. Millete karşı ayıp olmasın hem değil mi?
Dayım sus diyor bana. Annem arkada kuzey buz denizi’ne
dalıp yeni çıkmış gibi bakıyor. Babam sigarasını söndürüp beni kucağına alıyor.
Bırak lan beni diye çenesine bir yumruk atıyorum; ama vız. Sarsılmıyor bile
adam. Dayım beni alıp arabaya bindiriyor. Babam, anneme bir şeyler anlatma
çabasında. Annem yine ağlıyor. Dayım da kilitlemiş kapıyı çıkamıyorum arabadan.
Sünneti filan unutuyorum bir anda. Birazdan pipimi kesecekler ben arabanın kapısıyla
uğraşıyorum. Annem de arabaya biniyor sonra, babamı kapıda bırakıp sünnetçiye
doğru basıyoruz gaza. Daha doğrusu dayım basıyor.
- Git bir işe gel haydi.
- Evde yaptım ben.
Tekrar pipimle baş başa kalırsak
çok duygusal bir ortam yaşanacak tuvalette biliyorum. O yüzden uzanıyorum koltuğa
hemen. Arkada dayımın sesini dinliyorum. Dedeme babamın geldiğini anlatıyor.
Benim yumruk attığımı da anlatsana ulan. Yok, onlar ayıp şeyler, anlatılmaz.
- Düzgün kes amınakoyayım.
(artık bu küfrü dilediğim gibi edebilirim) Az şekilli bir şey yap. İleride bir
sürü kız görecek bunu, diyorum sünnetçiye annem birazcık gülsün diye, fayda
yok. Annem hala buz gibi. Dedem tepemde türlü şaklabanlıklar yapıyor, üzülmesin
diye gülüyormuş gibi yapıyorum. Seviniyor.
- Sen merak etme, diyor
sünnetçi. Barok tarzı yapacağım.
Barok ne acaba diye düşünüyorum.
Dayım kıs kıs gülüyor sünnetçinin lafına. Komik bir şey herhalde. Ben burada bütün
geleceğimi sana emanet etmişim, üstelik de bunu annem şu haldeyken yapmışım,
sen hala komedyenlik peşindesin. Pis sünnetçi.
İçimden geçenleri duymuş gibi, cıppsss
diye yapıştırıyor iğneyi kasığıma.
- Ananı sikeyim doktooooor!
Hastane inliyor.
- Hani sinek ısırığı gibiydi lan. Hani acımıyordu. Ciğerim yandı, içim çıktı
be!
Diye bağırıyorum avaz avaz; ama bir damla gözyaşı gelmiyor gözümden.
Benim yerime annem ağlıyor. Çünkü Fadime ağladığımı duyarsa bir daha benimle
kömürlüğe gelmez. Ben, bir iğneye dayanamayıp karı gibi ağlamış bir korkağa mı
veriyorum diye düşünebilir. Bu ihtimalleri düşünerek sıkıyorum dişimi.
- Hangi takımı tutuyorsun sen?
- Savaş Ay’la A Takımı doktor,
derken makasın ucunda küçük bir et parçası görüyorum. Doktor pis pis
gülümseyerek makası sallıyor, oh be diyerek rahatlıyorum. Dedemi ilk defa
gözleri dolu görüyorum bunca yıllık ömrümde. Kesim bitip eve geldiğimizde arka
odada adıma düzenlenmiş yatağa uzanıyorum. Pipimin üzerine delikli bir kutu
koyuyorlar. Arada kaldırıp bakıyorum. Çok güzel bir duygu. Erkeğim artık. Elime
tetris tutuşturuyorlar hemen. İlk defa elime almış gibi mala bağlayıp saatlerce
çubuk diziyorum. Hala rüyalarıma girer her şey düzgünken yukarıdan gelen o Z şeklindeki
çubuk.
Ertesi sabah arkadaşlar
ziyarete geliyorlar. Hepsi kutuya bir kere vuruyor.
-Kuşun kafasını kopardılar mı
lan? Herkeste piç bir gülümseme.
- Kuş da, kartal kuşu oğlum,
onu unutma da. Herkeste daha piç bir gülümseme.
Bundan sonra içine dalacağımız ve ömür boyu çıkamayacağımız
bir kuş muhabbetine kaptırmışken kendimizi, kapıdan süzüle süzüle Fadime
giriyor. Burnumda bir elma kokusu… Yatağın başına oturuyor gizli yârim. Bendeki
hava İngiliz Kraliyet
ailesi’nde yok. Bundan sonra daha güzel olacak Fadime diyorum içimden.
- Geçmiş olsun canım. Çok acıdı
mı?
- Yok yahu. Sinek ısırığı gibi
bir şey. Hissetmedim bile.
Fadime, gururla gülümsüyor. Bak, diyor elma getirdim
sana. Cebinden kıpkırmızı bir elma çıkarıp, tutuşturuyor elime. Elma ne alaka
anasını satayım diye düşünürken Fadime annemin elini öpüp çıkıyor kapıdan.
Annem müstakbel gelininin arkasından bakıyor uzun süre kapıya belki babam
gitmemiştir diye. Kömürlükten kedi sesleri geliyor.
Salça ekmekten geldiğimiz
yerlere bak. Ömür böyle değil mi ama zaten? Küçücük bir şeyden, deryalara
akabiliyor insan. Ben de hiç deniz görmemiş bir nehir olarak bunları
getiriyorum aklıma.
Anılcan Oğuz 2/4
12 Temmuz 2013 Cuma
Haydi.
Özel üniversiteye adımımı attığım ilk gün, anlamıştım buranın bana göre bir yer olmadığını. Her tarafta son model arabalar, bilhassa mini cooperler, saçlarını yana yatırmış genç adamlar, kısacık etek giymiş kısacık kızlar. Tamam haksızlık etmeyeyim çok güzel kızlar da var içlerinde; ama parayla zeka ters orantılı işte. Arasını bulmak çok zor. Yanımdan geçen taksinin içindeki saçlarını yana yatırmış genç adam:
-Kadıköy’e kardeşim, dedi taksiciye
-Tamam abi, dedi taksici vitesi ikiye atarken.
Taksici elliden fazla, müşterisi ise en fazla yirmisindeydi. Ulan ben hayatımda taksiye bir kere bindim, o da dedemi hastaneye götürmek için. Zaten dedeme mi bakayım taksimetreye mi bakayım derken şaşı kalıyordum az daha. Okulun oradan Kadıköy nereden baksan kırk dakika. Biz dedemi hastaneye götürürken on dakika gidip on iki lira vermiştik, e bir de burası İstanbul, adam dolaştırır seni, e paraya bak. Benim izmir-istanbul biletimden fazla. Koduğumun kapitalizmi.
Ama yapacak bir şey yok. Özel üniversitede okuyor ve bunu tam burslu olarak devam ettiriyorsanız böyle şeylere alışmanız gerekiyor. Zaten bir yerden sonra eğlenmek için izliyorsunuz hepsini. Çok güzel laflar sokuyorsunuz. Filmlerde izlemişiz gelmeden önce aa burslu bu! deyip eziyorlar bizim elemanları, bizimki de üzülüyor. Salak! Neden üzülüyorsun? Hiç oradaki gibi değil zaten olay. Hatta tam tersi. Senin milyar döküp geldiğin yere, ben kuruş vermiyorum. Üstelik de üzerine para alıyorum gururuyla doluyor insan.
İlk geldiğim günden beri insanlarla ateş istemek dışında hiçbir muhabbete dahil olmayan, döner kapılarda başka biriyle aynı bölmeye bile girmeyen, asansör zemin kattayken binen biri olduğunda taa onuncu kattan gelen asansörü bekleyen ben, bütün gün tek başıma dolaşıyorum tabii. Geldiğim ortam dünyanın en samimi ortamı, içine girdiğim yerde bana yaşam yok. Sudan çıkarılıp klozete atılmış balık gibiyim. Arkadaşları arıyorum ‘ulan sikeyim ben siz olmadan yaşanan günleri’ diyorum. Çeşitli küfürlerle karşılık veriyorlar. Hiçbirimiz sevmiyoruz üniversiteyi.
Her şeyin başladığı, her şeyin bittiği, her şeyin bir daha başladığı, kermeslerinde pasta çaldığımız, sıralarının üzerinde milyon maymunluk yaptığımız, teneffüslerde çömezlerin önüne geçip kantin sırasına girdiğimiz, aşık olduğumuz kızların okul numaralarını öğrenmek için sınıf defterlerini arakladığımız, maçlarda adı inek okula çıkmasın diye terimizi götümüzden akıttığımız, camlarını kırdığımız, parası az olan arkadaşlara aramızda para toplayıp kaban aldığımız, sıralarında uykunun en tatlı halini bulduğumuz, öğle aralarında leş gibi terleyip kafamızı çeşmelerinin altına soktuğumuz, sınıflarında bağıra çağıra şarkılar söylediğimiz, bizim kızı üzdü diye on kişi toplanıp taa ebesinin nikahına adam dövmeye gittiğimiz, okul başkanlıklarına aday olduğumuz, öğretmenleriyle kadeh tokuşturduğumuz, aramızdan biri kızdan ayrıldığında şarap alıp bahçesine sığındığımız, kahkaha atarken yerlere düştüğümüz, ağlarken tuvaletine saklandığımız, kopyanın anasını ağlattığımız o Öğretmen Lisesi’nin mavi duvarlarında, çam ağaçlarının altında, o küçücük bahçesinde takılıp kalmışız hepimiz. Lise, insan ömrünün nevruzudur. Bütün baharlar orada başlar.
Eğer lisede çok samimi arkadaşlıklar edinip, hayatınızın en powerade ile yıkanmış zamanında da onlarla ayrı şehirlere gitmek zorunda kalmışsanız, sizi Babil’in Asma Bahçeleri’ne de salsalar, bu üzümler çürük deyip kaçarsınız oradan. Durumum aynen buydu. İt gibi dolanıyordum işletmenin pardon okulun içinde. Karl Marx’ı arıyordum banklarda deli gibi, belki Das Kapital’i yazmaya burada devam ediyordur diye; ama onun da ölü olduğu aklıma geliyordu sonra. Zaten tanışmak istediğim bütün adamlar ölü anasını satayım. Kadınlar ölmez. Onlarla her zaman tanışabilirim.
Dört yüz liraya aldığı parfümü arkadaşına anlatarak yanımdan zıplaya zıplaya geçen kıza,
-O kadar mı pis kokuyorsun arkadaş? Diye bağırıyorum. Anlamıyor. Bön bön bakıp yoluna devam ediyor. Okulun içindeki tek eğlencem Diasa’dan aldığım Uno ekmeklere, yurtta annemin bavula zorla sıkıştırdığı salçaları sürüp yemek. Salça ekmeğin tadı başka hiçbir sufflede yok. İnsanlar burada en çok suffle yiyor. Mahallede büyümüş çocuklar bilirler o tadı. Salçanın damak kavuran o tuz birikintisini. Akıp gidiyor hafızam, yıllar öncesi..
Anılcan Oğuz, 1/4
2 Mayıs 2013 Perşembe
Bir insanın diğerini sevmesi için çok emek gerekmiyor aslında. Hayır, gerekiyor ama bu sandığımız kadar zor değil. Standart duygulara sahip bir insanı ele alalım, günün herhangi bir saatinde, herhangi bir sokağında dolanırken, akşam yemeğini kaşıklarken ya da elbiselerini renklere göre ayırırken kime, nasıl aşık olacağına karar veremiyor. Birden bire, karşına 'o' dediğin insan çıkıyor ve sersemleşiyorsun. Yıllardır kimseyi sevmemişsin, sevemeyeceğini düşünüyorsun, ama?
Ansızın gerçekleşiyor her şey. Ansızın hissediyoruz, öylesine hissediyoruz ki hatta bünyemize ters geliyor ve afallıyoruz. Kontrolden çıkıyor,çünkü bedenin ve zihnin elinde olmayan bir kimyasal bu. Onu düşünüyorsun, aynı zamanda akşam yemeği, onu düşünüyorsun, bulaşıkları makinadan çıkarman gerek, onu düşünüyorsun, her yer yeşillik. O kadar da kötü değil aslında. Önce bir sarsılıyorsun, birine bu kadar değer vermek, onun değerli hissetmesi, tüm seçenekleri düşünürken aslında başka bir türün olmayacağını anlıyorsun.
Başka nasıl olabilir ki? Sevgi tamamen sana ait, onun sevgisi ya da sevgisizliği ölçüt olamıyor. O sana değer vermese de olur, üzülürsün ama vazgeçemezsin. Başka nasıl olsun ki, hayır? Yani, bir insana yapabileceğin en iyi şey değer vermek iken, nasıl olsun?
Nefes aldığımız yüzyıl çok da adil değil. Bazı şeyler çok basite indirgeniyor, tıpkı bir sayısal veri gibi olursa olur, olmazsa da yaşanır düşüncesi. Her şey o kadar basitleştirilmiş ki, bu düzende bir şeyleri doğru hissettiğin için şanslı olduğunu düşünmeden geçemiyorsun.
Seviyorsun, gizlemeden.
Seviyorsun, düşünmeksizin.
Seviyorsun, tüm varlığınla.
Mutlu olunca o kadar güzel gülüyorsun ki.
Ansızın gerçekleşiyor her şey. Ansızın hissediyoruz, öylesine hissediyoruz ki hatta bünyemize ters geliyor ve afallıyoruz. Kontrolden çıkıyor,çünkü bedenin ve zihnin elinde olmayan bir kimyasal bu. Onu düşünüyorsun, aynı zamanda akşam yemeği, onu düşünüyorsun, bulaşıkları makinadan çıkarman gerek, onu düşünüyorsun, her yer yeşillik. O kadar da kötü değil aslında. Önce bir sarsılıyorsun, birine bu kadar değer vermek, onun değerli hissetmesi, tüm seçenekleri düşünürken aslında başka bir türün olmayacağını anlıyorsun.
Başka nasıl olabilir ki? Sevgi tamamen sana ait, onun sevgisi ya da sevgisizliği ölçüt olamıyor. O sana değer vermese de olur, üzülürsün ama vazgeçemezsin. Başka nasıl olsun ki, hayır? Yani, bir insana yapabileceğin en iyi şey değer vermek iken, nasıl olsun?
Nefes aldığımız yüzyıl çok da adil değil. Bazı şeyler çok basite indirgeniyor, tıpkı bir sayısal veri gibi olursa olur, olmazsa da yaşanır düşüncesi. Her şey o kadar basitleştirilmiş ki, bu düzende bir şeyleri doğru hissettiğin için şanslı olduğunu düşünmeden geçemiyorsun.
Seviyorsun, gizlemeden.
Seviyorsun, düşünmeksizin.
Seviyorsun, tüm varlığınla.
Mutlu olunca o kadar güzel gülüyorsun ki.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)