26 Nisan 2012 Perşembe

Never Let me Go.



Öncelikle, son derece sakin bir film. Hani bazı sabahlara güneşle uyanırsınız da kahvaltı güzel gelir ya, o gibi. Eğer film hakkında bir bilginiz yoksa, olayları adlandırmaya çalışırken yoğun çaba harcıyorsunuz. Direkt olarak verilmiyor ama böylesi daha iyi. Senaryo ile uyumu da oldukça başarılıydı, sanki senarist ile ortak bir yanınız varmış gibi, olayları bildiğinizi varsayan bir özelliği var. Film bu sayede içine çekme konusunda gayet başarılı ve üstelik bildiğiniz şeyler size daha şaşırtıcı geliyor.

Uyarlama senaryolarda çok da nadir görülen bir durum aslında, duygu açısından doyurucu olmak. Ama bu filmde karakterlerin neler hissettiğini o kadar iyi anlıyorsunuz ki, kapıyı açıp yanlarına gidecekmişsiniz gibi. Final sahnesi özellikle, hiçbir şey için izlenmezse bile final sahnesi için rahatlıkla iki saat ayrılır. Bir de görüntüler. Zaten Carey Mulligan'ı barındıran bir film diğerlerine göre bir adım önde değil midir? O nasıl bir sevimlilik o nasıl bir tatlılık. Keira Knightley için çok da ayrı durumlar geçerli değil. Sonuç olarak; akıcı ve etkileyici bir film.

Vaktiniz varsa eğer gidin ve izleyin. İşiniz ne ki?

19 Nisan 2012 Perşembe

Kedimiz olsaydı, şimdi daha farklı olurdu.

Yazmam gereken çok şey var, başka türlüsü olmuyor.
Uyandığında gri bir gökyüzü, radyo açık.
Balkon kapısından hafiften soğuk geliyor, aylardan da Nisan.
Pencereyi açıyorum bazen.
Sen kadar nefes alıyorum.
Oda dağınık.
Sokaklardaki arabalardan hallice.
Sen kadar yürüyorum yine, uzaklık diz boyu, çok büyük dizlerin boyu.
Sen kadar konuştuğum günlerden biri.
Müzik çaların şarjı bitiyor habersiz, yarım kalan şarkılarla doluyor etraf.
Şarkılar da dağınık.
Uzak şehirlerin, uzak hayalleri oluyor ya hani,
Sen kadar inanıyorum.
Fark etmiyor, fark edilmiyor.
Anlatabildim mi?

11 Nisan 2012 Çarşamba

Az önce kolumu dolabın kapağına çarpmış olmamın bunlarla bir ilgisi yok.

Uzun yazmak aslında o kadar da hoş değil. Ama insan anlatmak istiyor, karşılaştığım her insana anlatmak istiyorum. ‘Küçükken gördüğüm buhar tutmuş her cama yazı yazmak isteği gibi..’ cümlesini hatırlatıyor tekrar. İnsan yazmak istiyor. Boş bir kağıt verildiği an gemiler yapmak, bunun için akarsular bulmak, uçaklar yapmak hatta. Kanatları orantısız ve balkonlar bulmak; çiçekleri gün ışığı ile beslemek için.

Hayatım boyunca hiç çiçek ya da hayvan besleyemedim. Ya fazla sudan yapraklarını döktüler ya da unutulup gittiler. Orta yolu bulamadım yani, bunun orta yolu mu olur, dedim. Sonra belki vardır dedim. Ama yok, olmadı. Bugüne kadar getirebildiğim hiçbir şey yok. Ne bir çiçek ne de büyüyüp kocaman olmuş bir hayvan. İnsanları bile yanımda zamanla doğru orantılı olarak taşıyamadım ki. Hep bu yüzden beyaz defter sayfaları besliyorum, şarkılar biriktiriyorum, kitaplıkta en eski romanları büyütüyorum. Sadece birbirimizi dinliyoruz.

İnsan yazmak istiyor dedim ya, hatırlamak da istiyor onun yanında. Kimbilir, belki de olup bitenlerin bir kısmını hatırladıkça yazıyor ve günün birinde zihnimizden atıveriyoruz. Öyle değil aslında, mesela boş parfüm kutuları var. Bazen leylak kokuyor bazen portakal. Beyaz kapaklı olanın kokusu mavi paltoyu hatırlatıyor, çok ucuza alıp ayıla bayıla giyilen.

Karşılaştığım her insana anlatmak istiyorum.

’ Buharlı bir cama yazı yazmaya benziyor. Özenle yazıyorsun, apaçık belli oluyor anlattıkların. Sonra silinip gidiyor.’