17 Temmuz 2013 Çarşamba

Haydi/2


Ben, sarı küt saçlarımı kuaförde kestirmiş, uzun saçlarımdan kurtulmuş olmanın verdiği cesaretle, annemle sokağın başında görünürken, bizim çocuklar toplu saklambaç oynuyorlar parkta. Her zamanki gibi Nihat ebe. Adam bir türlü kurtulamadı ebelikten. Şişman oluşundan mıdır, burnundaki et yüzünden nefes alıp verirken çıkardığı seslerden midir bilinmez, çoğu zaman almıyorduk Nihat’ı oyuna. En sonunda mâkül bir anlaşmayla karara vardık. Nihat toplu saklambaç töreninde her el ebe olacak! Nihat ebe oluyor, biz gelip topa vuruyoruz, Nihat zaten şişman koşturamıyor, biz de istediğimiz yere saklanıyoruz.
     Ben, parka giriyorum kısa saçlarımla. Oyun duruyor. Nihat:

   -Çay verdiiim! Diye bağırarak herkesi çıkarıyor saklandıkları yerden. Kimse tereddüt etmeden çıkıyor tabii. Nasıl olsa bir dahaki el ebe yine Nihat.

    -Kestirdin mi lan saçları sonunda?

    -Kestirdim tabii oğlum. Ne o öyle karı gibi.

Saçlarımı kadın kuaföründe annemin nezaretinde kestirdiğimi anlatmıyorum tabii.

    -Benimkilerden bile uzundu, diye lafa giriyor Fadime kıkırdayarak.

Ah Fadime! Adının tersine yüzünde bir metropol bakımlılığı taşıyan ceylan yavrusu. Gelincik tarlası. Gülümsüyorum sadece; çünkü Fadime ile diğer herkesten sakladığımız gizli bir geçmişimiz var. Fadime informal olarak öpüştüğüm ilk kız. Bir de Esra var anasınıfında formal olarak sıraların altında kırıştırdığım. Çok ateşli. Oyun hamurunu yere düşürme bahanesiyle eğilip dudaklarımızı birbirimize sürtüyoruz arsızca ve yemek yerken bacaklarına dokunuyorum Esra’nın kimseye belli etmeden. Bir gün öğretmen yakalamıştı da eşek taklidi yaptırmıştı bize. Cezaya bak. Sonra bu yeni nesil neden böyle?

Beni o gün almaya dedem gelmişti okula. Şaşırmıştım. Eve gittik, baktım bizim eşyaları kamyona taşıyor birkaç adam. İcra mıymış neymiş? Anlamadım tabii. Ben o günden sonra dedemlerde kalacağımız haberini almanın sevinciyle yeni öğrendiğim örümcek kardeş şarkısını söylüyorum etrafta. Annem ağlıyor. Ben şarkı söylüyorum. Çünkü dedemlerin evinin karşısında park var. E parkta hazır ebe var. Hepsini geçtim karşıda Fadimeler var ve annesi bize salça ekmek veriyor.

Oyuna ben de dahil oluyorum sonra. Nihat topun başında dikiliyor, topun sahibi gelip var gücüyle vuruyor topa. Nihat, üzerinde on keleş taşıyan bir asker gibi donunu tuta tuta topun peşinde… Biz Fadime ile onların bahçesine saklanıyoruz.

     -Saçlarımı beğendin mi Fadimem?

    -Çok yakışıklı olmuşsun canım.

Annesinin balkondan bizi izlediğini görünce susuyoruz. Gelin salça ekmek vereyim size diye yukarıya çağırıyor Selma Teyze bizi. Merdivenlerden çıkarken, poposuna bir şaplak atıyorum güzel yârimin. Gülümsüyor utanarak. Bazı kadınların tek silahı bu işte, kendini saklamaya çalışarak gülümsemek. Bütün dolaşım sisteminizi hasara uğratıyorlar. Annesi salça ekmeği uzatırken ‘sıhhatler olsun çocuğum pek güzel olmuşsun’ demeyi de ihmal etmiyor. Fadime’nin annesinin beğenisi kazanmanın verdiği haklı gururla gülümsüyorum, kulağımın içine kaçmış tıraş artığı kıllara aldırmadan..

  -Bir dahaki el bizim bahçeye saklanalım.

  -Neden?

 -Özlemedin mi beni?

Merdivenlerden çıkarkenki gülüşün aynısı.. Daha on yaşındasın be kızım. Bu kadar işveli olma!

Ya sen ebe olursan diye bir düşünce ikimizin de aklından geçmiyor; çünkü Nihat topun başında hazır..

Bizim bahçedeki kömürlüğe giriyoruz bir dahaki el. Fadime’yi hışımla duvara yaslayıp önce yanaklarından, sonra da ağzının tam ortasından öpüyorum. Fadime hiçbir şey demiyor. Ben Fadime’den bir yaş küçüğüm. Ama yaş farkını sorun etmiyoruz. Filmlerdeki gibi öpüşüyoruz birkaç dakika. Fadime’nin tükürüğü ağzıma giriyor. Yutuyorum. Fadimeyle gözgöze geliyoruz. Sevgi bu değil midir zaten? Bütün büyü bir anda çanak çömlek patladıı! Diye bağıran Nihat’ın sesiyle bozuluyor. Saçlarını düzelten Fadime önden çıkıp gidiyor bizim bahçeden. Ben duvardan atlayıp başka yerde saklanmış süsü veriyorum arkadaşlara. Bu yaşta gizli aşk yaşıyoruz, kolay mı?

Sonra toplu saklambaç sıkıyor bizi. Artık yeter. Hem Nihat da çok yoruldu. Burnundan sümük baloncukları çıkararak ben daha olurum ebe ya, dese de bizler mahallenin insaflı gençleri olarak kibarca geri çeviriyoruz bu cazip teklifi. Fadime tam gruptan ayrılıp eve gidecek oluyor, piç olarak tabir ettiğimiz tiplerden biri bağıra bağıra şarkıya giriyor birden:

Hadi gel köyümüze geri dönelim, Fadime’nin düğününde halay çekelim!
Serçe parmaklarımız birleştirip halaya duruyoruz kızlı erkekli. Sanki ben Fadime’yi daha on dakika önce yememişim, kızı ön sevişme moduna getirmemişim gibi, kapılıp gidiyorum türkünün havasına. Halay başı oluyorum. Fadime ağlaya ağlaya eve gidiyor.
  
O yıl benim sünnetim var. Hazırlıklar son sürat. Dedem koşturuyor deli gibi. Babam yok tabi ortada. Sahi babam nerede? Üzerinden on yıl geçti inanın bunun cevabını ben de bilmiyorum. Hiçbir zaman sormadım babama onca yıl neredeydin, sonra birden niye çıkıp geldin diye. Duymak istemedim çünkü cevabını. Hem öğrensem ne fark ederdi ki? Babam bana Antalya’daydım dese ne değişirdi? Hiçbir şey. Bazı soruların cevabını öğrenmemek soruyu sormadan önceki hayatınıza aynı şekilde devam etmenizi sağlıyor. Her neyse. Salonu tutuyoruz aylar önceden. Öğretmen Evi’nde olacak sünnet. Kesim dikim işlemi ise sünnetten bir ay önce. Tarih 11 Eylül. İkiz kulelerin yıkılması anısına benim kuleyi de sembolik bir ritüelde keseceğiz. Kesim sabahı korkudan kusuyorum. Tuvalete girip son kez bakıyorum pipime. Buraya kadarmış diyorum içimden. Ananem dualar okuyup yolcu ediyor bizi. Bir de sünnetçinin ayağına gidiyoruz sanki yapacağı çok güzel bir şeymiş gibi. Dayımın koluna giriyorum, annem arkadan geliyor. Dedem sünnetçiye bizden evvel gitmiş. Kapıyı açıyorum ellerim titreye titreye, kapının arkasında bir gölge. Kafamı uzatıyorum:

     Beni yıllar önce lunaparka götürmüş olan uzun boylu bir adam. Kimdi lan bu diyorum kendi kendime. Az sonra hatırlıyorum. Babam.

     - Aa saygıdeğer ve vefalı babacığım. Hoş geldiniz ; fakat sünnete henüz bir ay var. Şu an kesime gidiyoruz. Sen şimdi git bir ay sonra istek bölümünde orkestracı adını söylediğinde gelirsin. Millete karşı ayıp olmasın hem değil mi?

         Dayım sus diyor bana. Annem arkada kuzey buz denizi’ne dalıp yeni çıkmış gibi bakıyor. Babam sigarasını söndürüp beni kucağına alıyor. Bırak lan beni diye çenesine bir yumruk atıyorum; ama vız. Sarsılmıyor bile adam. Dayım beni alıp arabaya bindiriyor. Babam, anneme bir şeyler anlatma çabasında. Annem yine ağlıyor. Dayım da kilitlemiş kapıyı çıkamıyorum arabadan. Sünneti filan unutuyorum bir anda. Birazdan pipimi kesecekler ben arabanın kapısıyla uğraşıyorum. Annem de arabaya biniyor sonra, babamı kapıda bırakıp sünnetçiye doğru basıyoruz gaza. Daha doğrusu dayım basıyor.

       - Git bir işe gel haydi.

       - Evde yaptım ben.

  Tekrar pipimle baş başa kalırsak çok duygusal bir ortam yaşanacak tuvalette biliyorum. O yüzden uzanıyorum koltuğa hemen. Arkada dayımın sesini dinliyorum. Dedeme babamın geldiğini anlatıyor. Benim yumruk attığımı da anlatsana ulan. Yok, onlar ayıp şeyler, anlatılmaz.

    - Düzgün kes amınakoyayım. (artık bu küfrü dilediğim gibi edebilirim) Az şekilli bir şey yap. İleride bir sürü kız görecek bunu, diyorum sünnetçiye annem birazcık gülsün diye, fayda yok. Annem hala buz gibi. Dedem tepemde türlü şaklabanlıklar yapıyor, üzülmesin diye gülüyormuş gibi yapıyorum. Seviniyor.

   - Sen merak etme, diyor sünnetçi. Barok tarzı yapacağım.

Barok ne acaba diye düşünüyorum. Dayım kıs kıs gülüyor sünnetçinin lafına. Komik bir şey herhalde. Ben burada bütün geleceğimi sana emanet etmişim, üstelik de bunu annem şu haldeyken yapmışım, sen hala komedyenlik peşindesin. Pis sünnetçi.

 İçimden geçenleri duymuş gibi, cıppsss diye yapıştırıyor iğneyi kasığıma.

- Ananı sikeyim doktooooor!

Hastane inliyor.

- Hani sinek ısırığı gibiydi lan. Hani acımıyordu. Ciğerim yandı, içim çıktı be!

Diye bağırıyorum avaz avaz; ama bir damla gözyaşı gelmiyor gözümden. Benim yerime annem ağlıyor. Çünkü Fadime ağladığımı duyarsa bir daha benimle kömürlüğe gelmez. Ben, bir iğneye dayanamayıp karı gibi ağlamış bir korkağa mı veriyorum diye düşünebilir. Bu ihtimalleri düşünerek sıkıyorum dişimi.

   - Hangi takımı tutuyorsun sen?

   - Savaş Ay’la A Takımı doktor, derken makasın ucunda küçük bir et parçası görüyorum. Doktor pis pis gülümseyerek makası sallıyor, oh be diyerek rahatlıyorum. Dedemi ilk defa gözleri dolu görüyorum bunca yıllık ömrümde. Kesim bitip eve geldiğimizde arka odada adıma düzenlenmiş yatağa uzanıyorum. Pipimin üzerine delikli bir kutu koyuyorlar. Arada kaldırıp bakıyorum. Çok güzel bir duygu. Erkeğim artık. Elime tetris tutuşturuyorlar hemen. İlk defa elime almış gibi mala bağlayıp saatlerce çubuk diziyorum. Hala rüyalarıma girer her şey düzgünken yukarıdan gelen o Z şeklindeki çubuk.

    Ertesi sabah arkadaşlar ziyarete geliyorlar. Hepsi kutuya bir kere vuruyor.

   -Kuşun kafasını kopardılar mı lan? Herkeste piç bir gülümseme.

   - Kuş da, kartal kuşu oğlum, onu unutma da. Herkeste daha piç bir gülümseme.

Bundan sonra içine dalacağımız ve ömür boyu çıkamayacağımız bir kuş muhabbetine kaptırmışken kendimizi, kapıdan süzüle süzüle Fadime giriyor. Burnumda bir elma kokusu… Yatağın başına oturuyor gizli yârim. Bendeki hava İngiliz Kraliyet ailesi’nde yok. Bundan sonra daha güzel olacak Fadime diyorum içimden.

   - Geçmiş olsun canım. Çok acıdı mı?

   - Yok yahu. Sinek ısırığı gibi bir şey. Hissetmedim bile.

 Fadime, gururla gülümsüyor. Bak, diyor elma getirdim sana. Cebinden kıpkırmızı bir elma çıkarıp, tutuşturuyor elime. Elma ne alaka anasını satayım diye düşünürken Fadime annemin elini öpüp çıkıyor kapıdan. Annem müstakbel gelininin arkasından bakıyor uzun süre kapıya belki babam gitmemiştir diye. Kömürlükten kedi sesleri geliyor.

Salça ekmekten geldiğimiz yerlere bak. Ömür böyle değil mi ama zaten? Küçücük bir şeyden, deryalara akabiliyor insan. Ben de hiç deniz görmemiş bir nehir olarak bunları getiriyorum aklıma.






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder