11 Şubat 2016 Perşembe

Yaşayacak çok fazla şeyi varsa yazamıyor insan. Ya da çekiniyor, çünkü yazmak günah çıkarmanın kalemle yapılan şekli. Kendi ile yüzleşmek istemeyen insan yazmaz, ben de yazmıyorum, yazamıyorum.


10 Nisan 2015 Cuma

Ötesi yok.

İnsanın kaderini yaptığı seçimler belirler, bir yerde hepimiz kendi kaderimizi yazar, oynatır ve yeniden tüm bunlara kalıp buluruz. Peki neden kötü şeyler yaşıyoruz? Tam bilinç hali oluşmadığı için mi yoksa kaderimizde mutsuz ibareler olmasa bize gerçekçi gelmeyeceği için mi? ya da bir ihtimal, o kadar çok bilinç halimiz var ki, bizi olgunlaştıran 'biz' yapan öğeleri bile isteye seçip, kendimizi zor yollara mı sürüklüyoruz? 

Dünya üzerinde ciddi bir kısım var, onlar da mantıkları ile hareket edip, seçecekleri kötü anıları en az hasarla atlatan bir azınlık süper kahramanlar. Düşünülmesi gereken asıl şey ise, sonucunda çuvallayacağımızı bildiğimiz her seçimin, bizi mutlu ettiği gerçeği. En azından bir süre. O halde, insanın doğasına doğumu ile birlikte eklenmiş olan eşantiyon bir mazoşistlikten mi bahsediyoruz?

Hayatım boyunca yeterince cesur biri olamadım, olmadım. Korktum, kendime zarar vermekten, çevreme zarar vermekten ve bu yüzden köşeye çekildim. Her köşeye çekilişimde, zedelendim. Parçalarım etrafa savruldu da, yakında ne varsa ne yoksa hepsinin uzaklara dağılışını izledim. Ne kendime söz geçirebildim, ne de insanlara derdimi anlatabildim. Küçük insanların kendinden büyük cesaretleri olunca işler raydan çıkıyor. En büyük zararları yaşadım, yaşattım da. Dönüp bu harabe benim eserim işte diye defalarca baktım, aynaya baktım, insanlara baktım. Ben her zaman en çok yanındakileri düşünüp, aynı zamanda onlara en büyük hezeyanları yaşatmış biri olarak kalacağım, benim konseptim bu, tam bir kafa karışıklığı olmak. Bir adım öteye gitsen, belki geriye dönersin bir şekilde. Ama insan, koşar adım uzaklaşırsa kim olduğundan, ne olduğundan, işte o zaman geriye dönüp sadece bakabiliyorsun. Dönüş yolunu düşünmeden. Hiçbirimiz bundan üç yıl önceye geri dönemeyeceğiz, yaptığımız seçimler bizlerin hayatını şekillendiriyor, buna etkimiz ne yazık ki yüzde yüz. Hayat deyip geçemiyorsun, hayat zaten iyi anılarından oluşan bir blog olarak kalıyor bir zaman sonra. Önemli olan kaç karakterde ne anlattığın da değil. Önemli olan ne kazandığın, ne kazandırdığın. 

Oysa bırakalım, her şeyi, hepsini. Hayat bize neden bir şeyler kazandırmanın gayesinde ilerlesin ki, biz hayata bir şeyler kazandıralım. Kendini henüz tanımayan ama kaderinde bir şekilde mükemmellik barındıran insanlar değil miyiz? Her insan kendi kaderinde mükemmelliği barındırmak zorunda. Yoksa tüm bu iyi şeylerin açıklaması yapılamaz. 

Sanırım maruz kaldığımız tek şey hayat ve kendimiziz.

1 Eylül 2014 Pazartesi



Hala daha günümüzde feminizm, 'erkek düşmanlığı ya da sevgili bulamayan çirkin kadın etiketi üzerinden ele alınıyor. Bunlara gerektiği gibi bir açıklama getirilmediği takdirde algıda herhangi bir değişim de olmayacak. 'yaa kadnlr ezilio ztn .s'den gibi bir şeyden bahsetmiyorum. Feminizm,çok boyutlu baskıya karşı çok boyutlu direnişi olanaklı kılan bir kuram, zihinsel bir etkinlik, eleştirel bir bilinçlilik biçimidir, önemli olan bu farkındalığı oluşturmaktır. 

Önemli olan, insanın kendi çabasını etkin kılacak bu mücadeleye gönül vermektir. Kadının kurtuluşu çoğu mücadele için gereklidir.

22 Ağustos 2014 Cuma

Bi merhabanız varsa alırım.



Sıradan mutluluklar için döşenmiş bir hayatımız var.  

Kavanozun kapağını tek hamlede açmanın yaşattığı mutluluklar, minicik. Çok fazla şeyi istemiyoruz, çok fazla şeyi anlayabilmiş değiliz çünkü. Balkondan görebildiğimiz kadar biliyoruz ve yine sadece ay ışığı sevdiğimiz.
Mutluluğumuz, köşedeki bakkal dükkanından satın alınacak kadar basit. Akşam yemeğini kavgasız ve babalı yediğimiz için mutluyuz ya da uyurken sıcaktan uyanmadığımız için. Daha fazlasını istemeye lüzum yok, zaten daha fazlasını olur mu emin değiliz, ay ışığı kafi, bir de balkon.

2 Temmuz 2014 Çarşamba


Saç mevzusu hep bir karmaşık olmuştur zaten. Aklında onlarca renk, onlarca model ama gerçekte olan ve bir de kuaförün ehline kalmış razı gelinen kısım vardır. Tanrı sizi korusun.

Saçlarımda çok fazla renk vardı, koyu sarı, kahve tonları, uçlarda kırmızı, mor. Saç diye perşembe pazarı uzatıyordum. Sonra baya bir aradan sonra eve gittim, babamla karşılaştık, henüz merhaba demeden çıkarıp para tutuşturdu elime, 'git kızım' dedi 'şu saçlarına bir şeyler yap' 
Sonra ben de yeniden esmer oldum. Tüm o karmaşan çok bunalmış olmayım, şu siyah o kadar iyi geldi ki. Saç boyatmayın arkadaşlar, etmeyin. Hele ki mor, kırmızı, yeşil gibi renkler akıp, sizi hep bir ilgi manyağı olarak gösteriyor-muş. 

29 Haziran 2014 Pazar

Mülksüzler / The Dispossessed - Ursula K. Le Guin - Kitap



GERÇEK YOLCULUK GERİYE DÖNÜŞTÜR
Toplumun yarısının kendini iyi hissetmek için diğer yarısını aşağıladığı bir dünya düşünülebilir mi?
Urras mı yoksa Anares mi?
Kitap boyunca akıl kurcalayan esas soru bu idi. Kitap iki farklı sistemi, sembolik kavramlar üzerinden ele alarak işlemiş ve bunu öylesine iyi yerine getirmiştir ki, içinde bulunduğumuz sisteme sıkışıp kaldığımız bir kez daha gün yüzüne çıkmaktadır. Uras’lı bir anarşistin isyanı, en içimizde yer almış ve onun da yaptığı gibi, kendimiz gibi düşünen insanları alıp Annares’e göç ettikten sonra, dikta rejiminden çektiğimiz şu günlerde hiçbir otoritenin olmadığı uydu gezegende yaşama isteği uyandırmıştır. Bu isteğin ütopikliği tartışılamaz kaldı ki eseri ütopik olarak değerlendirmemeliyiz, çünkü yazar her iki tarafından insan doğasından kaynaklanan olumsuz yanlarını da ele alarak, gerçekten de bunun var olabiliceğine inandırıyor. Fakat Ursula Le Guin’in de altmetinde verdiği gibi, tüm bunlar için illa ki devlete, paraya ve mülkiyete gerek yoktur. Yazarın oluşturmak istediği bir başka figür de, insanı düşünme yetisinden uzaklaştıran, kendi kaderlerini tayin edememe konusunda bir kalıp sunmuş olan davranış, başkalarının onun adına kararlar vermesidir. Yani otorite insanlar için temel bir engel teşkil etmektedir ve biz bu düşünceyi, yazarın salt perdesini aralamaya çalıştığımızda fark edebiliriz. İnsanlar böylece bireysel özgürlüklerinden uzaklaşarak, farkında olmadan topluluğun devamını ve iletişimini sağlayan kurumları merkezileştirirler. Ve bu sistematik düzen de bizi otoritenin gerekliliğine yöneltir.



Kitabın en yoğun olarak anafikrini aşıladığı kısa bir bölüm var. Anarşist bir gezegenden gelen baş karakter Shevek, bir ev ziyareti sırasında küçük çocuğun kendisine turşu tabağı uzatması ve teşekkür etmemesinin üzerine aralarında kısa bir diyalog geçiyor. Küçük çocuk, beklediği teşekkürü alamayınca yadırgıyor ve anarşist yapılanmanın gereği olaraktan şu cümle geçiyor; ‘’ Onları benimle paylaştığını sanıyordum. hediye olarak mı verdin? benim ülkemde yalnızca hediyeler için teşekkür edilir. diğer nesneleri herhangi bir şey söyleme gereği duymadan paylaşırız. turşuyu geri ister misin?’’ Sahiplik duygusunu çok basit olaylara yükleyip bunu çok genç yaşta edinebiliyoruz. Şöyle ki anarşizmin baz alındığı anarres’te bir bebek, diğer akranı ile yaptığı münakaşada ‘güneş benim’ der, "hayır senin değil" der bakıcı kadın "sahip olamazsın sadece kullanabilirsin." Bu noktada yazarın çelişkili bir biçimde mülkiyete eğilim kurduğunu çıkarabiliriz ya da mülkiyette öz davranışı hiçe sayarak, bir bebek, aitlik duygusuna sahipse bu duyguyu tüm insanlar için, ‘sahiplenme içgüdüseldir’ yargısına dönüştürebilir miyiz?

Olay örgüsü çok deneysel ve gerçeklikten uzak olmasına rağmen simgelerle tamamen realist perspektife bağlanmıştır. Anarres ve Urras'ın betimlemesi ele alınırken yıllar önce aynı gezegende yaşayan tek bir toplum olduğuna değinilerek alınmıştır. Şöyle ki sömürüye, yaşamımızın getirisi sınıfsallaşmaya, ezilen kısma, mülkiyet bilincinin verdiği sorumluluğa tepki gösterenler, Odo'yu baz alarak ayaklanmış ve isyanın sonucunda Urras'dan Anarres'e göç etmişler ve Odo'nun devrimci fikirlerinde bambaşka bir hayat kurmuşlardır. Bu dünya düzeninde mülkiyet, para gibi kavramlar yer almamış, bunun yerine tüm kaynaklar ortak kullanılmış. Herhangi bir otoriter simge, bir hükümet, bir devlet ya da bir bayrak bile asla kendine yer bulamamış. Yapılması gereken işler, İşBöl adlı bir bilgisayar tarafından dağıtılıyor ve bu işlerin yönetimi sendikalara bırakılıyor. Gezegende doğadan kaynaklı olumsuzluklar da yaşanıyor, çöller ve kuraklıklar gibi ama ilginç kısmı, herkes sistemin devamı ve Anarres için bunun üstesinden gelmeye çalışıyorlar. Oysa Urras'ta ise insancıl bir iklim, ormanlar ve bol kaynaklar bulunuyor, diğer gezegenin tam aksine. Fakat burada öylesine bir otoriter sistem mevcut ki, yaşanılan sıkıntılar ve olumsuzluklar baskı ile kontrol altına alınıyor.

Farklı bir konuya değinmek gerekirse, feminist yazar Ursula K. Leguin’in, kadın bakış açısıyla ‘mülkiyet’ sorununa geniş perspektifler sunar. Kitapta anlatılan devrimi başlatan Odo bir kadındır. Urras’ta kadınlara görevler ve özellikler tanınmıştır. Diğer insanların dayatması ile biçimlenen bu özelliklerin dışına çıkan kadın, “kadın” faktörünün de dışına çıkmış sayılmaktadır. Shevek’e Anarres’te karşılaştığı kadınları ele alırken, ‘’Matematiği beceremiyorlar, kafaları soyut düşünceye çalışmıyor, uyamıyorlar. Nasıl olduğunu biliyorsunuz, kadınların düşünmek dedikleri şey rahimle yapılır! Tabii, her zaman birkaç aykırı örnek görülebilir, vajinaları körelmiş, suratsız, zeki kadınlar.’’ Urras’taki kadın figürü yaşadığı toplumun çok dışında olduğundan yadırgar ve meraklanır. Bu merakını gidermek için de Urras’ta tanıştığı bir kadın olan Vea’ya ’’Toplumunuzdaki her şey erkekler tarafından yapılıyor sanki. Endüstri, sanat, yönetim, hükümet, kararlar. Bütün yaşamınız boyunca da babanızın ve kocanızın adını taşıyorsunuz. Erkekler okula gidiyorlar, siz gitmiyorsunuz; hepsi öğretmen, yargıç, polis, hükümet üyesi oluyorlar, değil mi? Neden her şeyi denetlemelerine izin veriyorsunuz? Neden istediğinizi yapmıyorsunuz?’’ diyerekten dile getirir.

Bahsettiğim gibi, kitabı bir ütopya olarak ele alınması doğru gelmiyor fakat tüm özette anlatmak istediği gibi, devrim fikri esas olarak hiç gerçekleşmeyecek ama aynı zamanda da hiçbir şekilde bitmeyecek olan bir fikirdir. Sistemler ve yaşayış biçimleri her zaman olarak farklılık gösteren oluşumlardır ve benliğimiz için esas olan, aynı derede bir daha yıkanmayacağımızdır. Bu bağlamda devrim olan biten bir şey değil, sürekli olan değişen ve sürekli bir etkin halde olan kavramlardır. “Devrim her yerde, her şeydedir. Sınırsızdır. En son devrim, en son sayı yoktur. Devrim yasası toplumsal yasa değil, çok daha büyük bir yasadır.” Cümlesi ile tüm bu iki evreni açıklayabiliriz. Devrimi yapamayız ama devrim olmak için hayatımızın her alanında mücadele verebiliriz ancak.



26 Mayıs 2014 Pazartesi

naber gizem



İnsan yalnız kalmaya başladığında büyüyor, tek başına bir şehre geldiğinde ve herkese adres sorarak ilerlediğinde gerçekten yaşadığı hayata sahip çıkıyor. Yollar, ağaçlar, kahvesini yudumlayamadığımız sokaklar.. Evrenin kullanma kılavuzu yok ne yazık ki. İnsanların da öyle. Farklı şehirler farklı insanları beraberinde getiriyor. Şehrini bile bilmediğin insanın sana iyi davranma lüksü yok çünkü fakat bir şekilde başlıyorsun. Eski Muğla'yı bilmiyorsun mesela, ya da Fenerbahçe maçlarını nerede izleyeceğin hakkında bir fikrin yok fakat şehir seni kabul ediyor, tüm yaşanmışlıklarını bir kenara bırakacağını düşünerek seni kabul edip, yeni fırsatlarını sunuyor. Korkuyorsun, kimsesiz ve çaresiz kalmaktan. Sonra bir kitap çıkarıyorsun çantanın derinliklerinden, kıvrılmış bir sayfayı çevirip, bayrak tepe'den şehrine okuyorsun. 


Benim de bir insan tarafım vardı
Bakma böyle kötü olduğuma
Benim de dileklerim vardı
Benim de bir beklediğim vardı yaşamaktan
Yeter artık vurma yüzüme çirkinliğimi
Her gün bir kadın ağlar benim yüzümde
Büyük dertler için benim ellerim
Anlamıyor musun
Sen sevildiğin için güzelsin bu kadar
Ben sevilmediğimden böyle çirkinim


Mutluluk? İlk zamanlar bunu öylesine sorguluyordum ki, dünya üzerinde mutlu olacağım bir alan bulmak neredeyse imkansızdı. Sonra mekandan kaynaklanmadığını öğrendim, başını çevirip, her şeyiyle yanında duracak birine, sen gülmeden gülmeye başlayacak ve hayat tecrübelerinin çoğunu senden bir tık önceden kestirip, en üst rafa bunları dizecek biri gerekiyordu. Mutluluğun mekanlar ile hiç ilgisi yoktu, evet.


İnsanların müzik zevkinden tut, okuduğu kitabı nerede bıraktığı bile önemli bir ayrıntı bizler için. Ayrıntılar hayatı daha farklı ve yaşanılır kılıyor ve tuhaf, buna hep imrenmişimdir. Hiçbir zaman dikkatli olamadığım için, hayattan bazı kareleri kaçırdığımı düşünüyorum. Fakat bunu öylesine kapatan, diğer yarımlarımız var ki. Pagan inancına göre insanlar yeryüzüne geldiklerinde, tüm acılarını ve öfkelerini önceden kabul eder, mutluluklarını ise doğaya salarlarmış. Tüm acıların bu denli kolay kabul edilişi şaşkınlık uyandırmıştı, insanların nasıl bu kadar güçlü kalabileceklerini düşünmüştüm ve sonra, aynı inancı temsil eden başka bir eş kavramını öğrendim. İnsanların bu kadar kolay kabullenmelerinin sebebi, yeryüzüne yalnız gelmeyecek olmalarıydı. Her ruh, ayrı bir eşi ile gönderilip, kolaylaştırıcı görevi sağlardı. Ve bizler, ilk ruhlardan bu yana diğer yanımızı arayıp duruyorduk. Ve diğer ruh, ancak bir diğeri ile aynı şeylere üzüldüğünde, aynı renge bürünüyorlardı. 

Hayat bu kadar basit aslında. Yalnız değilsen, her şey kolay fakat bir de insan yalnız olmayadursun. Bu yüzden şanslıyız. Kurduğumuz hayallerin yıkışını beraber izleyecek kadar şanslıyız. Bu yüzden hiçbir mutsuzluk, üzüntü bu kadar çabalatmayacak. Her zaman beraber talan edeceğimiz bir eski muğlamız, izinsiz girip yaşayacağımız mükemmel evlerimiz ve çimlerimiz olacak. Yenilmiş sayılmayız.