31 Temmuz 2013 Çarşamba

 Su Su Sumertime, summertime sadness.

Evde geçirilen yaz tatili, erimiş çikolata gibi. Yapış yapış.









26 Temmuz 2013 Cuma

Başımın Ağrısı Leyla

BAŞIMIN AĞRISI LEYLA

başımın ağrısından ölücem leyla
ellerimi bir açsam
gözlerin fırlayacak avuçlarımdan.
beni sevmeyişlerin
kargalar gibi dizilecek mısır tarlalarına.
kolumu kaldıracak halim yok inan
kendimsiz kaldıkça böyle
aklımda yağmurlar biriktiriyorum.
mideme tornavida sokar gibi
yağmurlar biriktiriyorum.
cebimde bomboş bir cüzdan
koka kola içiyorum sensiz
seni düşünüyorum durmadan.
ağlayıversem kurtulacakmışım sanıp
kurtulmuyorum ağlamayaraktan.
daha beraber cigaralar içip
ellerini sayacaktık;
ellerin ne güzel
su içişin ne güzel
sen ne güzelsin leyla.

başımın ağrısından ölücem leyla
şu ufacık şehirde
gecenin bir yarısı içimi öpmüşsün,
o saniye mp3'ümde
gencebaylı şarkılar çalmışlar.
şu sevdiğin adamı paket yapıp sonra
motorla çook uzaklara yollamışlar.
sesinden sucuklu yumurta yapıcam leyla.
bana inanmadıklarında çıkarıp yiyicem hepsini
kovalayıp bütün kedileri
hayrına burger king açıcam buralara.

başımın ağrısından ölücem leyla
kolumu kaldıracak halim yok inan
ben her dakika bir derviş pataklıyorum içimde
azalmıyorlar leyla.
karnımda gülüşünün faturası
ne yapayım ödeyemiyorum
güzelliğinin türk lirasıyla kaç para
bana yardım et leyla
yanına varamıyorum.

başımın ağrısından ölücem leyla
boynunla parmaklarını
izlemeye aldırdım mobeselerden.
bir balkon çiçeği gibi büyütüyorum seni yavaş yavaş.
aramızdaki uzaklığa ormanlar kurulur o ayrı;
hem bir ormanı yakmak o kadar da zor olmamalı.
sen limonata içerken açıyorsun ya ağzını,
işte benim kalbim de o kadar yırtık;
bir gün ayakkabıların ne güzel dediydin bana
işte dünya artık,
onu demediğin kadar karanlık.

başımın ağrısından ölücem leyla
saçlarımı çöpçüler çekiştiriyor.
saçlarımı saçlarına karıştır,
beraber uçurtmalar yapalım.
kolumu kaldıracak halim yok inan
kolumu çabuk omzuna atman lazım.
tarihin tozlu sayfalarına
plastik harflerle geçmeliyiz beraber
kol kola, el ele..
ne kadar delikanlı duruyorum ben  resimlerde,
tırnaklarımı pul niyetine kullanıyorum.
yazının keşfine şahit yazıyorum seni
bak işte şu elimde tuttuğum kalemle.
keşke adın dilruba olsaydı
neyse siktir et;
uçurtmalar yapalım beraber
salmayalım sonra gökyüzüne.

başımın ağrısından ölücem leyla
mevlütler okunuyor içimde.
rujlar sürülüyor malta adası'na
senin dudaklarına bir de.
içimde gözle görülmeyen bir umut
içimdeki hitler
yoğun ısrar sonucu
barıştı bütün yahudilerle.
uyuyamıyorum leyla
içimdeki kömürlük, annanemle akraba.
kabullenmek istemiyorum;
tek isteğim biraz çekirdek yemek beraber
tanımadığımız bir parkta.

başımın ağrısından ölücem leyla
kolumu kaldıracak halim yok inan.
ben nasıl gülerim sen o adama varırsan?
herkes biliyor her şeyim biraz eksik
peygamberler şehrin ortasında geziniyor
seni anlattığım dinler de o kadar pagan.
seni görünce her şey başa sarıyor;
ama sen yoksan ve hiç olmayacaksan
bu kalp o kadar yoksun,
botanik sarpa saracak biliyorum
seni dalından bir çiçek gibi koparırsam.
vampirler de işi bırakır boynunu öptüğüm gün:
çok muzaffer olacağım leyla

benimle mohaç gibi bir yerde savaşırsan.

Anılcan Oğuz

17 Temmuz 2013 Çarşamba

Haydi/2


Ben, sarı küt saçlarımı kuaförde kestirmiş, uzun saçlarımdan kurtulmuş olmanın verdiği cesaretle, annemle sokağın başında görünürken, bizim çocuklar toplu saklambaç oynuyorlar parkta. Her zamanki gibi Nihat ebe. Adam bir türlü kurtulamadı ebelikten. Şişman oluşundan mıdır, burnundaki et yüzünden nefes alıp verirken çıkardığı seslerden midir bilinmez, çoğu zaman almıyorduk Nihat’ı oyuna. En sonunda mâkül bir anlaşmayla karara vardık. Nihat toplu saklambaç töreninde her el ebe olacak! Nihat ebe oluyor, biz gelip topa vuruyoruz, Nihat zaten şişman koşturamıyor, biz de istediğimiz yere saklanıyoruz.
     Ben, parka giriyorum kısa saçlarımla. Oyun duruyor. Nihat:

   -Çay verdiiim! Diye bağırarak herkesi çıkarıyor saklandıkları yerden. Kimse tereddüt etmeden çıkıyor tabii. Nasıl olsa bir dahaki el ebe yine Nihat.

    -Kestirdin mi lan saçları sonunda?

    -Kestirdim tabii oğlum. Ne o öyle karı gibi.

Saçlarımı kadın kuaföründe annemin nezaretinde kestirdiğimi anlatmıyorum tabii.

    -Benimkilerden bile uzundu, diye lafa giriyor Fadime kıkırdayarak.

Ah Fadime! Adının tersine yüzünde bir metropol bakımlılığı taşıyan ceylan yavrusu. Gelincik tarlası. Gülümsüyorum sadece; çünkü Fadime ile diğer herkesten sakladığımız gizli bir geçmişimiz var. Fadime informal olarak öpüştüğüm ilk kız. Bir de Esra var anasınıfında formal olarak sıraların altında kırıştırdığım. Çok ateşli. Oyun hamurunu yere düşürme bahanesiyle eğilip dudaklarımızı birbirimize sürtüyoruz arsızca ve yemek yerken bacaklarına dokunuyorum Esra’nın kimseye belli etmeden. Bir gün öğretmen yakalamıştı da eşek taklidi yaptırmıştı bize. Cezaya bak. Sonra bu yeni nesil neden böyle?

Beni o gün almaya dedem gelmişti okula. Şaşırmıştım. Eve gittik, baktım bizim eşyaları kamyona taşıyor birkaç adam. İcra mıymış neymiş? Anlamadım tabii. Ben o günden sonra dedemlerde kalacağımız haberini almanın sevinciyle yeni öğrendiğim örümcek kardeş şarkısını söylüyorum etrafta. Annem ağlıyor. Ben şarkı söylüyorum. Çünkü dedemlerin evinin karşısında park var. E parkta hazır ebe var. Hepsini geçtim karşıda Fadimeler var ve annesi bize salça ekmek veriyor.

Oyuna ben de dahil oluyorum sonra. Nihat topun başında dikiliyor, topun sahibi gelip var gücüyle vuruyor topa. Nihat, üzerinde on keleş taşıyan bir asker gibi donunu tuta tuta topun peşinde… Biz Fadime ile onların bahçesine saklanıyoruz.

     -Saçlarımı beğendin mi Fadimem?

    -Çok yakışıklı olmuşsun canım.

Annesinin balkondan bizi izlediğini görünce susuyoruz. Gelin salça ekmek vereyim size diye yukarıya çağırıyor Selma Teyze bizi. Merdivenlerden çıkarken, poposuna bir şaplak atıyorum güzel yârimin. Gülümsüyor utanarak. Bazı kadınların tek silahı bu işte, kendini saklamaya çalışarak gülümsemek. Bütün dolaşım sisteminizi hasara uğratıyorlar. Annesi salça ekmeği uzatırken ‘sıhhatler olsun çocuğum pek güzel olmuşsun’ demeyi de ihmal etmiyor. Fadime’nin annesinin beğenisi kazanmanın verdiği haklı gururla gülümsüyorum, kulağımın içine kaçmış tıraş artığı kıllara aldırmadan..

  -Bir dahaki el bizim bahçeye saklanalım.

  -Neden?

 -Özlemedin mi beni?

Merdivenlerden çıkarkenki gülüşün aynısı.. Daha on yaşındasın be kızım. Bu kadar işveli olma!

Ya sen ebe olursan diye bir düşünce ikimizin de aklından geçmiyor; çünkü Nihat topun başında hazır..

Bizim bahçedeki kömürlüğe giriyoruz bir dahaki el. Fadime’yi hışımla duvara yaslayıp önce yanaklarından, sonra da ağzının tam ortasından öpüyorum. Fadime hiçbir şey demiyor. Ben Fadime’den bir yaş küçüğüm. Ama yaş farkını sorun etmiyoruz. Filmlerdeki gibi öpüşüyoruz birkaç dakika. Fadime’nin tükürüğü ağzıma giriyor. Yutuyorum. Fadimeyle gözgöze geliyoruz. Sevgi bu değil midir zaten? Bütün büyü bir anda çanak çömlek patladıı! Diye bağıran Nihat’ın sesiyle bozuluyor. Saçlarını düzelten Fadime önden çıkıp gidiyor bizim bahçeden. Ben duvardan atlayıp başka yerde saklanmış süsü veriyorum arkadaşlara. Bu yaşta gizli aşk yaşıyoruz, kolay mı?

Sonra toplu saklambaç sıkıyor bizi. Artık yeter. Hem Nihat da çok yoruldu. Burnundan sümük baloncukları çıkararak ben daha olurum ebe ya, dese de bizler mahallenin insaflı gençleri olarak kibarca geri çeviriyoruz bu cazip teklifi. Fadime tam gruptan ayrılıp eve gidecek oluyor, piç olarak tabir ettiğimiz tiplerden biri bağıra bağıra şarkıya giriyor birden:

Hadi gel köyümüze geri dönelim, Fadime’nin düğününde halay çekelim!
Serçe parmaklarımız birleştirip halaya duruyoruz kızlı erkekli. Sanki ben Fadime’yi daha on dakika önce yememişim, kızı ön sevişme moduna getirmemişim gibi, kapılıp gidiyorum türkünün havasına. Halay başı oluyorum. Fadime ağlaya ağlaya eve gidiyor.
  
O yıl benim sünnetim var. Hazırlıklar son sürat. Dedem koşturuyor deli gibi. Babam yok tabi ortada. Sahi babam nerede? Üzerinden on yıl geçti inanın bunun cevabını ben de bilmiyorum. Hiçbir zaman sormadım babama onca yıl neredeydin, sonra birden niye çıkıp geldin diye. Duymak istemedim çünkü cevabını. Hem öğrensem ne fark ederdi ki? Babam bana Antalya’daydım dese ne değişirdi? Hiçbir şey. Bazı soruların cevabını öğrenmemek soruyu sormadan önceki hayatınıza aynı şekilde devam etmenizi sağlıyor. Her neyse. Salonu tutuyoruz aylar önceden. Öğretmen Evi’nde olacak sünnet. Kesim dikim işlemi ise sünnetten bir ay önce. Tarih 11 Eylül. İkiz kulelerin yıkılması anısına benim kuleyi de sembolik bir ritüelde keseceğiz. Kesim sabahı korkudan kusuyorum. Tuvalete girip son kez bakıyorum pipime. Buraya kadarmış diyorum içimden. Ananem dualar okuyup yolcu ediyor bizi. Bir de sünnetçinin ayağına gidiyoruz sanki yapacağı çok güzel bir şeymiş gibi. Dayımın koluna giriyorum, annem arkadan geliyor. Dedem sünnetçiye bizden evvel gitmiş. Kapıyı açıyorum ellerim titreye titreye, kapının arkasında bir gölge. Kafamı uzatıyorum:

     Beni yıllar önce lunaparka götürmüş olan uzun boylu bir adam. Kimdi lan bu diyorum kendi kendime. Az sonra hatırlıyorum. Babam.

     - Aa saygıdeğer ve vefalı babacığım. Hoş geldiniz ; fakat sünnete henüz bir ay var. Şu an kesime gidiyoruz. Sen şimdi git bir ay sonra istek bölümünde orkestracı adını söylediğinde gelirsin. Millete karşı ayıp olmasın hem değil mi?

         Dayım sus diyor bana. Annem arkada kuzey buz denizi’ne dalıp yeni çıkmış gibi bakıyor. Babam sigarasını söndürüp beni kucağına alıyor. Bırak lan beni diye çenesine bir yumruk atıyorum; ama vız. Sarsılmıyor bile adam. Dayım beni alıp arabaya bindiriyor. Babam, anneme bir şeyler anlatma çabasında. Annem yine ağlıyor. Dayım da kilitlemiş kapıyı çıkamıyorum arabadan. Sünneti filan unutuyorum bir anda. Birazdan pipimi kesecekler ben arabanın kapısıyla uğraşıyorum. Annem de arabaya biniyor sonra, babamı kapıda bırakıp sünnetçiye doğru basıyoruz gaza. Daha doğrusu dayım basıyor.

       - Git bir işe gel haydi.

       - Evde yaptım ben.

  Tekrar pipimle baş başa kalırsak çok duygusal bir ortam yaşanacak tuvalette biliyorum. O yüzden uzanıyorum koltuğa hemen. Arkada dayımın sesini dinliyorum. Dedeme babamın geldiğini anlatıyor. Benim yumruk attığımı da anlatsana ulan. Yok, onlar ayıp şeyler, anlatılmaz.

    - Düzgün kes amınakoyayım. (artık bu küfrü dilediğim gibi edebilirim) Az şekilli bir şey yap. İleride bir sürü kız görecek bunu, diyorum sünnetçiye annem birazcık gülsün diye, fayda yok. Annem hala buz gibi. Dedem tepemde türlü şaklabanlıklar yapıyor, üzülmesin diye gülüyormuş gibi yapıyorum. Seviniyor.

   - Sen merak etme, diyor sünnetçi. Barok tarzı yapacağım.

Barok ne acaba diye düşünüyorum. Dayım kıs kıs gülüyor sünnetçinin lafına. Komik bir şey herhalde. Ben burada bütün geleceğimi sana emanet etmişim, üstelik de bunu annem şu haldeyken yapmışım, sen hala komedyenlik peşindesin. Pis sünnetçi.

 İçimden geçenleri duymuş gibi, cıppsss diye yapıştırıyor iğneyi kasığıma.

- Ananı sikeyim doktooooor!

Hastane inliyor.

- Hani sinek ısırığı gibiydi lan. Hani acımıyordu. Ciğerim yandı, içim çıktı be!

Diye bağırıyorum avaz avaz; ama bir damla gözyaşı gelmiyor gözümden. Benim yerime annem ağlıyor. Çünkü Fadime ağladığımı duyarsa bir daha benimle kömürlüğe gelmez. Ben, bir iğneye dayanamayıp karı gibi ağlamış bir korkağa mı veriyorum diye düşünebilir. Bu ihtimalleri düşünerek sıkıyorum dişimi.

   - Hangi takımı tutuyorsun sen?

   - Savaş Ay’la A Takımı doktor, derken makasın ucunda küçük bir et parçası görüyorum. Doktor pis pis gülümseyerek makası sallıyor, oh be diyerek rahatlıyorum. Dedemi ilk defa gözleri dolu görüyorum bunca yıllık ömrümde. Kesim bitip eve geldiğimizde arka odada adıma düzenlenmiş yatağa uzanıyorum. Pipimin üzerine delikli bir kutu koyuyorlar. Arada kaldırıp bakıyorum. Çok güzel bir duygu. Erkeğim artık. Elime tetris tutuşturuyorlar hemen. İlk defa elime almış gibi mala bağlayıp saatlerce çubuk diziyorum. Hala rüyalarıma girer her şey düzgünken yukarıdan gelen o Z şeklindeki çubuk.

    Ertesi sabah arkadaşlar ziyarete geliyorlar. Hepsi kutuya bir kere vuruyor.

   -Kuşun kafasını kopardılar mı lan? Herkeste piç bir gülümseme.

   - Kuş da, kartal kuşu oğlum, onu unutma da. Herkeste daha piç bir gülümseme.

Bundan sonra içine dalacağımız ve ömür boyu çıkamayacağımız bir kuş muhabbetine kaptırmışken kendimizi, kapıdan süzüle süzüle Fadime giriyor. Burnumda bir elma kokusu… Yatağın başına oturuyor gizli yârim. Bendeki hava İngiliz Kraliyet ailesi’nde yok. Bundan sonra daha güzel olacak Fadime diyorum içimden.

   - Geçmiş olsun canım. Çok acıdı mı?

   - Yok yahu. Sinek ısırığı gibi bir şey. Hissetmedim bile.

 Fadime, gururla gülümsüyor. Bak, diyor elma getirdim sana. Cebinden kıpkırmızı bir elma çıkarıp, tutuşturuyor elime. Elma ne alaka anasını satayım diye düşünürken Fadime annemin elini öpüp çıkıyor kapıdan. Annem müstakbel gelininin arkasından bakıyor uzun süre kapıya belki babam gitmemiştir diye. Kömürlükten kedi sesleri geliyor.

Salça ekmekten geldiğimiz yerlere bak. Ömür böyle değil mi ama zaten? Küçücük bir şeyden, deryalara akabiliyor insan. Ben de hiç deniz görmemiş bir nehir olarak bunları getiriyorum aklıma.






12 Temmuz 2013 Cuma

Haydi.


Özel üniversiteye adımımı attığım ilk gün, anlamıştım buranın bana göre bir yer olmadığını. Her tarafta son model arabalar, bilhassa mini cooperler, saçlarını yana yatırmış genç adamlar, kısacık etek giymiş kısacık kızlar. Tamam haksızlık etmeyeyim çok güzel kızlar da var içlerinde; ama parayla zeka ters orantılı işte. Arasını bulmak çok zor. Yanımdan geçen taksinin içindeki saçlarını yana yatırmış genç adam:

   -Kadıköy’e kardeşim, dedi taksiciye

   -Tamam abi, dedi taksici vitesi ikiye atarken.

Taksici elliden fazla, müşterisi ise en fazla yirmisindeydi. Ulan ben hayatımda taksiye bir kere bindim, o da dedemi hastaneye götürmek için. Zaten dedeme mi bakayım taksimetreye mi bakayım derken şaşı kalıyordum az daha. Okulun oradan Kadıköy nereden baksan kırk dakika. Biz dedemi hastaneye götürürken on dakika gidip on iki lira vermiştik, e bir de burası İstanbul, adam dolaştırır seni, e paraya bak. Benim izmir-istanbul biletimden fazla. Koduğumun kapitalizmi.

 Ama yapacak bir şey yok. Özel üniversitede okuyor ve bunu tam burslu olarak devam ettiriyorsanız böyle şeylere alışmanız gerekiyor. Zaten bir yerden sonra eğlenmek için izliyorsunuz hepsini. Çok güzel laflar sokuyorsunuz. Filmlerde izlemişiz gelmeden önce aa burslu bu! deyip eziyorlar bizim elemanları, bizimki de üzülüyor. Salak! Neden üzülüyorsun? Hiç oradaki gibi değil zaten olay. Hatta tam tersi. Senin milyar döküp geldiğin yere, ben kuruş vermiyorum. Üstelik de üzerine para alıyorum gururuyla doluyor insan.

İlk geldiğim günden beri insanlarla ateş istemek dışında hiçbir muhabbete dahil olmayan, döner kapılarda başka biriyle aynı bölmeye bile girmeyen, asansör zemin kattayken binen biri olduğunda taa onuncu kattan gelen asansörü bekleyen ben, bütün gün tek başıma dolaşıyorum tabii. Geldiğim ortam dünyanın en samimi ortamı, içine girdiğim yerde bana yaşam yok. Sudan çıkarılıp klozete atılmış balık gibiyim. Arkadaşları arıyorum ‘ulan sikeyim ben siz olmadan yaşanan günleri’ diyorum. Çeşitli küfürlerle karşılık veriyorlar. Hiçbirimiz sevmiyoruz üniversiteyi. 

Her şeyin başladığı, her şeyin bittiği, her şeyin bir daha başladığı, kermeslerinde pasta çaldığımız, sıralarının üzerinde milyon maymunluk yaptığımız, teneffüslerde çömezlerin önüne geçip kantin sırasına girdiğimiz, aşık olduğumuz kızların okul numaralarını öğrenmek için sınıf defterlerini arakladığımız, maçlarda adı inek okula çıkmasın diye terimizi götümüzden akıttığımız, camlarını kırdığımız, parası az olan arkadaşlara aramızda para toplayıp kaban aldığımız, sıralarında uykunun en tatlı halini bulduğumuz, öğle aralarında leş gibi terleyip kafamızı çeşmelerinin altına soktuğumuz, sınıflarında bağıra çağıra şarkılar söylediğimiz, bizim kızı üzdü diye on kişi toplanıp taa ebesinin nikahına adam dövmeye gittiğimiz, okul başkanlıklarına aday olduğumuz, öğretmenleriyle kadeh tokuşturduğumuz, aramızdan biri kızdan ayrıldığında şarap alıp bahçesine sığındığımız, kahkaha atarken yerlere düştüğümüz, ağlarken tuvaletine saklandığımız, kopyanın anasını ağlattığımız o Öğretmen Lisesi’nin mavi duvarlarında, çam ağaçlarının altında, o küçücük bahçesinde takılıp kalmışız hepimiz. Lise, insan ömrünün nevruzudur. Bütün baharlar orada başlar.

Eğer lisede çok samimi arkadaşlıklar edinip, hayatınızın en powerade ile yıkanmış zamanında da onlarla ayrı şehirlere gitmek zorunda kalmışsanız, sizi Babil’in Asma Bahçeleri’ne de salsalar, bu üzümler çürük deyip kaçarsınız oradan. Durumum aynen buydu. İt gibi dolanıyordum işletmenin pardon okulun içinde. Karl Marx’ı arıyordum banklarda deli gibi, belki Das Kapital’i yazmaya burada devam ediyordur diye; ama onun da ölü olduğu aklıma geliyordu sonra. Zaten tanışmak istediğim bütün adamlar ölü anasını satayım. Kadınlar ölmez. Onlarla her zaman tanışabilirim.
 Dört yüz liraya aldığı parfümü arkadaşına anlatarak yanımdan zıplaya zıplaya geçen kıza,

 -O kadar mı pis kokuyorsun arkadaş? Diye bağırıyorum. Anlamıyor. Bön bön bakıp yoluna devam ediyor. Okulun içindeki tek eğlencem Diasa’dan aldığım Uno ekmeklere, yurtta annemin bavula zorla sıkıştırdığı salçaları sürüp yemek. Salça ekmeğin tadı başka hiçbir sufflede yok. İnsanlar burada en çok suffle yiyor. Mahallede büyümüş çocuklar bilirler o tadı. Salçanın damak kavuran o tuz birikintisini. Akıp gidiyor hafızam, yıllar öncesi.. 

Anılcan Oğuz, 1/4