'' I'm the hero of the story,
Don't need to be saved. ''
Ilık bir kış günü ya da soğuk bir yaz gecesi, bunun bir önemi yok. Bu sadece yere düşen yapraklar kadar gerçek. gerçek, sahi bir kimlik belki de bir aşk. Aşk? hayır bu ikisine aynı cümlede yer verilmemeli. susun, baştan alıyorum.
dar bir sokaktan ilerliyorsunuz, insanlar fazla, bezmiş ve umursamaz. sizin onları farkettiğiniz gibi onlar kendilerini farketmiyor. Bir kedi çöp tenekesinden atlayıp tam sağınızdan ilerliyor. sırıtıyorsunuz önce, sonra karşıdan karşıya geçiyorsunuz kalabalık bir sürü halinde. elleriniz cebinizde belki, bir şarkı mırıldanıyorsunuz. Bulutların söylediği gibi. Yağmurdan sonraki toprak kokusunu içinize çekiyorsunuz, vitrin camlarından kendi yansımanıza bakarken yanınızda gördüğünüz siluet zamanı durduruyor. gülümsüyorsunuz, gülümsüyor oda. kim olduğunuzu sormuyor, 'kahveyi sever misiniz?'
kahve fincanı elinizi hafif yakıyor, bir yudum daha alıp bırakıyorsunuz. O size george harrison'dan bahsediyor, siz ise gökkuşağının renklerinden ve en sevdiğiniz plaktan. 'hayır' diyorsunuz. ' syd barrett tam bir devrim sayılmazdı, o sıradan olmalı bizim gibi. '
kapıdan çıkıyorsunuz. kahve için teşekkürler dileyip, farklı yönlere ilerliyorsunuz. arkanıza bakmadan. hepsi bu. belki de hayatınızı değiştirecek kişi dar bir sokakta yanınızdan geçip gidiyor, farketmiyorsunuz. ama kimimiz onunla bir kahve içme şansına sahip oluyor. Şimdi, yukarıdakine bakıp gülümseyin ve sadece bol kremalı bir kahve şansı dileyin.
Ve unutmayın,
Hayatı kederin karmaşasıyla renklendirin.
Not: Bu arada Sevgili Joseph Gordon-Levit, beni babamdan ne zaman istiyorsun?