Kendi geçmişine gönderme yapmadan, hissettiklerini örneğe
bağlamadan, iyi bir şarkı açmadan ya da bir kadeh içmeden salt yazmak neredeyse
imkansız. Uzağa gitmenin benim için hep zor olduğunu düşünürdüm ama bu daha
büyük bir zorluk. Süslü kelimeler olmadan sadece hissettiklerimi yazmak.
Sanırım insanlara onları incetmeyecek bir
güvensizlikle yaşama devam ediyorum. Belki de bir diğerinin dikkat alanına
giremeyecek kadar önemsiz hayatlarımız vardır, bilmiyorum. Ama güvensiz oluşum
doğum lekesi gibi değil. Kendi telkin yöntemimi
genişletip fetüs olduğum zamanlara gitsem bile, bunun kaynağını bulup ortadan
kaldıramıyorum. Klasik büyük aile travmaları; küçükken
yaz tatillerinde hiçbir zaman olmak istediğim yerde olmazdım. Aslına
bakarsanız, bu seneye kadar hep bir şekilde bazı yerlere maruz bırakıldım,
sesimi çıkaramıyordum çünkü bunun böyle olması gerektiği öylesine güzel dikte
edilmişti ki, profesyonelce kandırılmıştım bir nevi. O sıcak yaz tatilleri,
gitmek için yalvardığım sahneler ve aldığım olumsuz yanıtlar. Katlanırdım, eğer
günümüze kadar bir süper kahraman olarak gelseydim eğer sanırım bu benim
pelerinsiz yeteneğim olurdu. Çok güzel katlanırım. Henüz çok küçük bir çocukken
sevdiğim adamı kuzenimle beraber paylaşmıştık. Yani, beraber sevmekten
bahsediyorum, o zamanlar. Bu çocuk o kadar sevimliydi ki, balkondan
notlaşırdık. İçine kargacık el yazısı ile 'yüzün çok güzel görünüyor' yazıp
uçak yaptığını kağıtları bizim balkona gönderir, bende ucu katlanır uçaklarla
geri yollardım. Kuzenim olayına girmek istemiyorum. O döneme ait hatırladığım
çok ilginç bir şey ise, henüz daha 9 yaşında iken feci bir uykusuzluk sorunu
çektiğim. Geceleri korkmaktan uyuyamazdım, gözümü kapattığım an action ibaresi
görünür ve en korkunç senaryoların yer aldığı geçen senenin en iyi yapımı, cannes şöleninden
birer parçaymışcasına oynardı. Hayatımın soyut extacy kullandığım yıllarıydı
sanırım, ruh gibi dolaşır ve sokakta oynanan hiçbir oyuna katılamazdım. Sonra
taşınınca bu korku da geçti, öncesinde yardım aldım tabii. Taşınmak demişken,
taşınmak öylesine eşyaların yer değiştirmesi ile sonuçlanan basit bir olay
değil, bir hayat tarzı, yaşama şekli. Şimdi ilgi ve sevgi ihtiyacımdan
bahsetmenin tam sırası fakat bunun için fazla geçmiş bölümdeyim. Kısacası,
kabul etmemek için cesurca savaşsam da, sürekli olarak 'beni sevin, beni sevin'
algım var. İnsanların, sevgilimin, ailemin, arkadaşlarımın (tümden gelim oldu)
sevgisini kazanmak uğruna çok terler döktüm. Kimi zaman elime yüzüme bulaştı
da, gidip çıkaramadım. Çünkü sürekli olarak bir şeylere, bir yere alışmak
zorundaydım. Çocukluğumun büyük bir dönemi adapte çalışmalarına heba oldu,
sanırım bu sebeple insanların sevgisini kazanmak uğruna Braveheart filminde
başrol oynuyorum. En iyi öğrendiğim bu, üzerimden atamadığım da bu. Ev alıp
yerleşik hayata geçmiş olmamıza rağmen.
Tabii ki sevgi yapım kazanım çalışmalarım
burada bitmiyor, ayı yavrusunu severken öldürürmüş atasözü liseye başladığım
ilk yıl öylesine bir yüzüme çarpıyor ki, kendimi bir sene yerden zor
topluyorum. Tabii, bunun yanında iyi şeyler de oluyor, mesela kimsenin
beklemediği ve en iyi eğitim-öğretim veren bir okula yerleşmiş olmam gibi.
Gerçi bu ileride pek bir şey sağlamıyor ama yinede kendi hayatım hakkında
kendime spoiler vermeyeceğim. İyi bir lise, fazladan 7 kilo, düzleştirici ile
tanışmamış saçlar ve dinlediğim sert şarkılar. İlk seneyi beklediğimden iyi
atlattığımı hatırlıyorum ve tabii, sevgi çalışmaları ile. Okul üniformasını ve
düşük notları konu dışında bırakırsak eğer, gayet iyi bir senenin tohum
vermemiş hüsranına doğru yol alıyorum. Ki burada şöyle bir nokta var, eğitime
karşı duruşum bu dönemde şekilleniyor, sadece öğretimin gerekli olduğunu
düşünüp derslerden istediğim kadarını alıyorum. Bu da sınıfa ilk sıralardan
girip son sıralardan mezun olmama neden oluyor ama olsun. Varsın olsun.
En yakın arkadaşım ile en yakın diğer
arkadaşımı bir buluşmada yan yana getirip, big bang yaratıyorum. Ve Tanrı
parçacığından çok daha önemli bir şey buluyorum; bunu bir daha asla yapma! İlk
bakışta iki yakın arkadaşın sevgili olma kobinasyonu çok cici gelebilir ama bu
benim adapte olmam gereken iki yıla mal oluyor. İkisini de tüzel sebeplerden
ötürü kaybediyorum çünkü ve ergenliğim en sert şarkılarını dinlediğim bu
dönemde siyah makyajım ve kızıl saç çalışmalarım hız kazanıyor. Gerçi bu big
bang'in artıları yok mu? Elbet var, buzul çağ sona erip dinozorların hepsi
öldüğünde, bugün bile 'canlarım ya' diyebileceğim bir arkadaş grubu
kazandırıyor. Ve şimdi dönüp baktığımda, lise yılları hayatımın en mahkum ama
aynı zamanda en güzel yıllarıydı. Arkadaş açısından elbette, o zamanlarda son
dönemde okuyan biriyle olan ilişkimden söz etmezsek. İnsan hayatı sayısız kör
noktalara sahiptir derler ama bu benim için resmen kara delik gibi bir şeydi.
Ne kadar mutsuz olduğumdan mı yoksa, zorla onun yanında kalmaya mecbur
bırakıldığımdan mı bahsedeyim bilmiyorum ama şu an bile ayrıntıları
hatırlamıyorsam çok da mühim değil demek ki. Her ayrılık insana sayısız arkadaş
kazandırıyormuş ya da hali hazırda var olan arkadaşlarla aranı daha bir sıcak
kılıyormuş. Kim derdi ki ayrılık çok da kazançsız diye? Deli divane çılgın
mılgın dönemler o zaman. Hepimiz bir grup kaybedenleriz, hepimiz yanlış
kararlar almışız, hepimizin cebinde beş kuruş para yok. Migros gibi mekanlarda
buluşup dergilerdeki hediyelik anahtarları falan çalıyoruz, aman aman. A. ve
ben edebiyata sarıyoruz o zamanlar ama toplumcu şiirlere karşıyız. Sanat, sanat
için olmalı ve biz sanatımızı hep anlaşılmayacak üçüncü kişilere adıyoruz,
ironi. Cemal Süreya seviyorum o dönemler, hatta Cemal Süreya'nın yarattığı
kadınlardan olmak istiyorum. Dinlediğim müzikler de daha hafifliyor, S. ile
okul sıralarında Fine Frenzy gibi tek vokalli ve bu vokalleri brutual olmayan
şeyler dinliyoruz. S. ise her zaman benim için en yakın ve en uzun arkadaş
oluyor. Onun hep romantik ve duygusal karar veren kişi, ben ise mantıklı ve
eğlenceli olanım. Bu şekilde kör topal çok güzel ilerliyoruz ve her sabah müdür
konuşmasından, giymediğim okul ceketinin ve kravatın gazabından kurtulmak için
kızlar tuvaletinde saklanıyoruz, buna istiklal marşı da dahil.
Sonra staj dönemleri başladı. Hiç
istemediğim mesleğin fragmanında buldum birden kendimi, allahım ne yapsam ne
etsem sevemiyorum bir türlü, olmuyor. Kımıl kımıl etrafımı çevrelemiş çocukları
gördükçe ateşim çıkıyor, hayali grip oluyorum falan. Bir de anasınıfı bölümüne
gönderdiler beni, çocuk boyutları yarıya düştü, gürültü ekseriyetle yükseldi de
yükseldi. Hayal gücü seviyesindeki inanılmaz artıştan bahsetmiyorum bile.
Hayır, bahsediyorum. Mesela çok sevimli küçük Einstein yanıma geliyor ve ' Eren
beni pıçakladııı ' elini göğsüne bastırmış, ölmek üzere olan bir adam gülüşü
ile yanımda ambulans çağırmam için bekliyor ve ben saatlerce o çocuğa ölmediğini
anlatamıyorum. Katiyen anlaşamıyoruz ve yorgunluktan kıvrılmış vaziyette eve
geliyorum her gün. O dönem bir de spor ve diyet yaptığım dönem, bir ayda 12
kilo veriyorum, zayıflayayım derken yanlışlıkla çökmeye başlıyorum. Staj
bitiyor ama zayıflama devam ediyor, diyetin bu kadar mükemmel bir şey olduğuna
inanamıyorum o zamanlar, hatta zayıflayamayan insanlara anlam da veremiyorum.
Konusu geçiyor, 'ay şekerim gizlice yiyordur onlar ya' diyorum, hani ben şapır
şapır veriyorum ya kiloları. Sonra bir gün evde yalnızım, genellikle olduğu
gibi, kardeşim okuldan gelecek ve beraber bir şeyler yedikten sonra masayı kim
kaldırsın kavgası yapacağız, kendimi kazanmaya hazırlıyorum. Dolaptan vişne
suyunu çıkarıp, masaya bırakmak üzereyim ama bir anda halı kırmızıya boyanıyor,
son gördüğüm görüntü bu. Daha sonra kendimi, bir daha asla kurtulamayacağım
hastane odasında buluyorum. Meğer diğer insanlar haklıymış, hızla kilo verişim
diyetten değil, hastalıktan olduğu ortaya çıkıyor ve tüm tombişlerden özür
diliyorum.
Annem ve babamın evlendiklerinde tabii ki
hasta bir çocuğa sahip olacaklarından habersizlermiş, oysa unuttukları ayrıntı
ise ikisinde de taşıyıcı olan bir hastalığın minik doğan kızlarında can
bulması. O günden sonra deyim yerinde ise hayatım toz duman oluyor. En
sevmediğim şeylerden biri hastane kokusu iken, en sevdiğim hırkalarda başka
kokuyu bulamıyorum. Değerlerim çok yükseliyor, hemen devlet hastanesinden çıkış
yapılıp, özel doktorlar aranıyor harıl harıl. Sonra bizi tedaviye kabul edecek
birilerini buluyoruz, fikrim dahi sorulmadan huup mercek altına. Neyse ki
doktorumu seviyorum, iyi de anlaşıyoruz. Bu dönem yaz tatiline rastladığı için
okul hayatından pek bir şey kaybetmeden yeni döneme başlıyorum. O sıralar gün
içerisinde en az 18 tane ilaç aldığımı hatırlıyorum, bu bana doktorlarda
oynayacak kadar tıp bilgisi kazandırıyor. İki haftada bir düzenli olarak
kontrole gidiyorum. En yakın arkadaşının doğum günü nasıldı? - Kontroldeydim.
-Konser varmış? -Kontroldeyim. Hayat kalitemi yarıya düşürerek yaşamaya başlıyorum
o dönemde, geriye dönüp baktığımda iyi katlandığımı fark ediyorum. Belki şimdi
olsa bu kadar çaba göstermezdim. Kaldı ki, bir ara tedavi olmayı reddediyorum,
ilaçları kimse görmeden atıyorum, kullanmam gerekenleri yastığın altına
saklıyorum, sözde bazı şeylerin acısını çıkarıyorum ama tabii, asıl benden acı
acı çıkıyor. Doktorun takip hastasından çıktığım gibi, değerlerim de tavan
yapıyor ve bunun etkisini bugün bile görüyorum.
İyi şeyler de olmuyor değil tabii. Bu
dönemde biriyle tanışıyorum, lisede son senemiz. Beraber vakit geçirmeye
başlıyoruz, eğleniyoruz da galiba. İnsanlara 'yaa arkadaşız canım' derken içten
içe gülüyorum. O şarkı söylüyor, ben şarkı biriktiriyorum. Çok sık görüşüyoruz,
öyle böyle derken 4 ayı devirip tercih dönemi geldiğinde, ben tedavimden dolayı
bir seneliğine üniversite hayallerime ara vermek zorunda kalıyorum, onun da
sonuçları çok iyi değil, benim de iyi değil gerçi, neyse kalma planlarımız var.
Aman tanrım, aşkımıza bakar mısınız? Umutluyum bu kez, hayat toz pembe, cıvıl
cıvıl şarkılar dinliyorum, ay saçlarım da uzamış daha ne olsun canım. Evren
beni duymuş olacak ki, ertesi gün herif tercihini yapmış gidiyor! Hala içimdeki
saf duygularımla üstesinden gelemeyeceğim bir şey değil diyorum, derken adamın
yüzü beş karış. Mutsuzmuş, beni de bu mutsuzluğun içine çekmek istemiyormuş ama
kendi gidemediğinden benim ondan gitmem gerekirmiş bıdı bıdı vıdı vıdı. Üzülüp
mahvolduktan sonra tamam diyorum, gideyim. Sonra A ile hastane bahçesinde
buluşup dertleşiyoruz, o gün hayatımın geri kalanını başka bir hayata
bağlayamayacağımı öğreniyorum, zor yoldan da olsa öğreniyorum. Adam çok uzağa
olmasa da gitti sonuçta. O dönem de sanıyorum ki Ege Üniversitesine gidecek,
çok uzak değil. Belki? Şans? Oysa cidden uzağa gitmiş, eski sevgilisine kadar
gitmiş yani. Gerçekleri öğrenmem uzun sürmüyor, öğrenince de çılgına falan
dönmüyorum, gayet aklı selim bunalımlardayım. Sonra geçiyor, işsizlikten
üzüldüğümü düşünüyorum, bir duygu hiçbir iz bırakmadan öylece gidiyorsa eğer,
gerçek olması imkansız. Bunu da tabii zor yoldan öğrenip geri kalan yıllarımda
öğrendiğim için kendimi şanslı sayıyorum.
Hayatımın o dönemini erkek arkadaşlarımla
geçiriyorum, arkadaş grubumuzdaki tüm kızlar istedikleri üniversitelere
yerleşiyorlar çünkü, olsun diyorum bizim beyler var ki bu bana yepyeni ve
değişik bir bakış açısı kazandırıyor, söylemek istediğini direkt söylemek gibi.
Çünkü erkek milleti bu, gelmişine geçmişine küfret bir şey demiyorlar,
giydiklerinle pişti olma durumun yok, beni neden bugün davet etmedin tribi yok,
dedikodu yok, her yönden, özellikle mental olarak, rahat geçirdiğim bir dönem.
Gerçi bu gevşeklik bana ekstradan 10 bin sıralama kaybettiriyor ama varsın
olsun, şimdiki hayatım göz önünde bulununca mutluyum.
Hayat bazen bizlere aynı senaryoları tekrar tekrar yaşamamız için
gönderiyor sanki. Hep seçim hakkımız olmadan, devam ediyoruz. Aynı yolu
defalarca arşınlıyoruz, tam daha büyük bir acı yaşayamam derken, yeni bir yola
sapıp senaryomuzdaki sonucu değiştiriyoruz. Şimdiye kadar ne hırslı ne de
belirli bir amacı olan biri olmadım, olamadım. Hep kendimle beraberdim, beni
hizaya getirecek disiplinli bir baba olduğu halde, kendimi teşvik edebilen bir
ben vardım, benden yana. Bu yüzdendir ki, çok kolay pişman olmuyorum. Geriye
dönüp baktığımda, ilişkilerim hariç, yaşadığım çoğu şeyden pişman değilim. Pişman olmamam gerektiğini öğrendim çünkü. Her
neyse, bu dönemde yani Ösym yenilgisi ardından tercih zamanı geliyor, bu
yaştaki insanlara devlet neden bunu yaptırıyor diye düşünüyorum ki, en zoru bu.
Geleceğini etkileyecek kararlar vermek. Hemen benim için listeler hazırlanıyor,
babam ve annem birlik olmuş. Sürünün bir parçası haline gelmem için biçilmiş
kaftan olarak bir liste var önümde, eğitimci ailenin eğitimci kızı. Statüme
yenik düşmüyorum tabii ki, direniyorum. Direne direne savaşıyorum. Tercih
listesini onaylamayacağımı söylüyorum, istediğim bu değil. Çünkü dünya üzerinde
tek başarabildiğim şey, iletişmek. İnsanlarla anlaşmak, yeni yerleri ve
insanları keşfetmek, kitapları okumak, filmleri yönetmenlerine göre sıralamak,
sosyal her şeyi akılda tutabilmek, fikirleri pazarlamak, insanları dinlemek
vesaire. Kendimi öğretmen kalıbında göremediğim için ailemden özür dileyecek değilim,
kendi tercih listemi kendim oluşturup kimsenin haberi yokken gönderiyorum.
Üstelik ailem yakın civarda okumamı istemişken, benim İstanbul tutkum var,
İstanbul; anısı ve yaşanmışlığı farklı şehir. Hatırlıyorum, daha ilk adım
attığım anda etkisi altına almıştı beni. Tercih listemi de böylece etkisi
altına alıyor. Etkisi altına alamadığı tek şey babam, çok büyük kavgalar
yapıyoruz. Evden gidiyorum, nereye gidebilirim derken, en fazla üç blok öteye
gidip kuzenime sığınıyorum. Sonra konağa geçiyorum, bir hafta boyunca kimse
almaya gelmiyor. Sonra herkes sakinleşmiş olacak ki, eşyalarımı toplamam için
arıyorlar. Oysa asıl sebep tedavi, radyoaktif tedaviye başlanılmam isteniyor.
Hayır, istenmiyor. Zorlanılıyor. Hayatımın en karanlık, en yalnız zamanlarını
yaşıyorum. Yalnızlığa karşı antipatim oluşuyor ve geceleri yalnız uyuyamıyorum
artık o olaydan sonra. Kendimi insandan başka her şey olarak hissettiğim tek
zamanlar, kimsenin anlamasını beklemiyorum. Kimsenin beni anlamasını beklemiyorum.
Mükemmel aşkı aradığım mükemmel kitaplarım var. Sabahattin Ali var, John Fante
var. Ailemin böyle bir şeyi bana nasıl yaptığına inanamayarak bir kırk gün
geçiriyorum, henüz kendime gelmiş olmalıyım ki, tedavi işe yaramıyor. Tekrar
fikrim alınmadan ameliyat için üç doktor ve ekibiyle anlaşılıyor, etrafımda Türkçeyi
dahi iyi konuşamayan asistanlar yara izinin çok büyük olmayacağını söyleyerek
beni ikna etmeye çalışıyorlar, boynumuz kıldan ince. Şaka yapmıyorum, cidden
ince. Sonrasında detayları benimle birlikte yok olacak olan bir operasyon
geçiyorum, altı saatin sonunda uyanıp acının yarattığı Frankestien karakterime
hemen uyum sağlıyorum. Üstelik bir ay içinde kendimi toparlayıp yedinci
sınıftan beri hayalini kurduğum üniversite hayatına hazırlanmam gerek.
Üzerinden iki hafta geçiyor, ne konuşabiliyorum ne de acı çekmeden
uyuyabildiğim geceleri hatırlayabiliyorum.
En kötüsü de hayalini kurduğunuz önemli zaman dilimlerinin
gelişigüzel bir biçimde gerçekleşmesi. Birine beddua edecekseniz, şüphesiz bu
olmalı. Üstelik istemediğim bir şehre istemediğim bir yalnızlıkla gidiyorum.
Evren:34 Betül:0
O dönemde hayattan hiçbir beklentimin olmadığı anları yaşıyorum,
hiç başınıza geldi mi? Sadece uyuyarak hayatta kalabileceğinizi anladığınız
zamanlar? İşte, tam olarak bu. Çevremdeki herkes yabancı, karşıma çıkan ilk
seçeneğe bırakıyorum kendimi, her şey daha ne kadar kötü olabilir ki? Mantığının
beni ipe götüreceğini bildiğim zamanlar. Yeni sınıfım desen, ait olduğum yerden
çok uzak. Kimse ile anlaşabileceğimi ya da anlaşılabileceğime ihtimal
vermiyorum. Sanırım insanoğlunun önyargı ile tanışması bu dönemde başlıyor, ne
kadar çok farklı insan, o kadar çok önyargı. İnsan yabancılaştıkça
hırçınlaşıyor, içine kapanıyor. Bunun tanımakla ilgilisi yok, insan
yabancılaştığı herkese karşı hırçınlaşıyor, aile,arkadaşlar, kendisi.. Tolstoy’u
ve Edip Cansever’i bilemeyen insanlarla yakın ilişkiler kuruyorum. Aslında
onlarla da değil, onların aileleri ve sevgilileriyle. Çünkü kimsenin, yanlış
dahi olsa, kendine ait bir düşüncesi yok. Mirror sendromu olan insanları
hayatıma alıyorum, görüp beğendiği insanların düşüncelerini ve yaşam tarzlarını
mükemmel bir ustalıkla hayatına copy-paste yapan insanlarla gülüyorum.
İngilizce seviyesinden dolayı da sıkıntı yaşıyorum, 20 yıl boyunca İngilizceden
bu kadar uzak kalacak, nerede yaşadı bunlar? Diye düşünüyorum.
Ve alıştıkça, onları da anladıkça önyargımın ne kadar tutarsız
olabileceğini fark ediyorum. Küçümsediğim insanlar sayesinde ne kadar küçük
olduğumu anladığımda tüm karamsarlıklar da bununla beraber uzaklaşıyor. En iyi
yapabildiğim şeye bırakıyorum hepsini, iletişime. Aslında onların da farklı bir
düşünce yapısına sahip olduklarını görmek, vakit geçirmek hoşuma gidiyor. Ve
hayatımda ilk kez kız kavgasına karışıyorum. Yani, durduk yere bir sebep yokken
birbirimizi kırabiliyoruz. Her şeyi sindirmeye başlasam da, en yakın olarak
gördüğünüz insan bile size nasıl zarar vereceğini hesaba katmıyor. Size en
yakınınız zarar verebilirken, dünyanın yapacaklarını bir düşünsenize? Bu
yüzden, bu satırları Word dosyasına yazıyorum, o beni üzmez. Duygu radarıma
giren birinin de bu yazıyı okumayacak olmasının rahatlığı da var, yoksa bu kadar açık
olmamam gerektiği deneye tabii öğreneli çok olmadı.
Sonra onunla tanışıyorum. Sınıfta en arkada oturan, sessiz,
çevresine karşı ilgisiz görünen ama içten içe onda bir farklılık olduğunu
sezdiğim kişiyle. Aslında tanışmaktan ziyade, zaten tanıyoruz birbirimizi ama
ilk kez o gün, onu gerçekten tanıyorum. Daha önce hiç hissetmediğim bir şey canlanıyor
içimde, çünkü ailem bile bana bu kadar zarar vermişken, o endişe ediyor.
Sanırım hayatında ilk kez onu koruyan biriyle karşılaşan hemcinslerimin
hissettiği bu olmalı, değer. Birlikte biraz zaman geçiriyoruz, bir insan hem
dururken hem de düşünürken bu kadar çekici olabilir mi? Oluyor. Ama korkuyorum,
çünkü bu hayatta beni hem mutlu edebilecek hem de zarar verebilecek tek kişi o
gibi geliyor. Gardımı indiriyorum çünkü, onunla olmanın en güzel yanı da bu.
Sonu kötü bitse dahi yaşadığın hiçbir şeyden pişman olmayacağın ve güvende hissedebileceğin
biri. Hatırlıyorum, bir gece yalnız uyumak zorundaydım ve korkumu bildiği için,
gece ben uyuyana kadar telefonda konuşmayı teklif etti. Fakat yine uyuyamadım
ama bu kez ağlamaktan, çünkü birinin sizi bu derece önemsemesi mümkün olabilir
mi? Bu mutluluk denen şey bağımlılık yapacak miktarda güzelmiş meğer.
Ama anlam vermek zor oluyordu bazen, bir insanın tekdüze
yaşayamayacağını biliyordum ama daha önce böyle bir deneyimimim olmamasının
getirdiği kırılganlıkla her şeyin yok olmasından ölesiye korkuyordum. Üstelik
sağlıklıydım, hiçbir sorunum kalmamıştı, ailemle işler iyiydi, yeni çevreme
alışıyordum, yepyeni ve mükemmel biri vardı hayatımda, dur bir saniye. Tanrım?
Sen gerçekten var olmalıydın, daha önce olmasa bile, mutlu olmaya başladığımda
var oldun. Bir anda, habersizce ve başka kimse için değil, sadece benim olarak
orada duruyordun, yukarıda değil, içimde. İnsanlar kötü bir olay sonucu sana
sığınırladı ama sen benim mutluluğumda hayat bulmuştun, başlı başına bir kafa
karışıklığıydın ama konseptin buydu. Onunla da en çok bu yönün benziyordu,
ikiniz de karışıktınız ama bu, sizi siz yapıyordu.
Hepimizin yaşadığı şeyler özneler hariç aynı eşikte. Dilim dilim
her şey, ilişkiler ve insanlık. Ortak bir kaderi paylaşıyoruz, beni bir
başkasından ayıran en ufak bir ayrıntı dahi yokken nasıl bu kadar özel
olabildik? Çünkü bizi özel yapan bazı insanlar var. İyi ki var, yoksa bu
yalnızlığım bu anlaşılmazlığım karmaşasında, sadece iyi şeyler dinleyen sıradan
biri olurdum. Bazı yaşananlar iyi ki var, hepsini göğüsleyerek yaşamayı
öğrendiğimden bu yana, daha iyiyim. Ve ben iyiysem, herkes daha iyi. İyi
hissetmek içten göreceli bir kavram sonuçta.
Hayatıma biraz da olsa dahil olduğunuz için teşekkürler.
ben bunu günler önce okudum ve okuduğumdan beri düşünüyorum. hani ne yazsam diye. beynimde bir sürü tilki dolaştı, hangisini dinleyeyim bilemedim, bir şey yazmadım. ama yazdıklarını okuduğumu ve sana hayatındaki her şey için dünyadaki bütün şansı dilediğimi bilmeni istedim.
YanıtlaSilHiiyh, nasıl da güzelsin. Duygularımı paylaştığını bilmek çok sevimli. Çok teşekkür ederim, umarım dilediğin şans altında cirit atarız hepimiz.
Silgüzel bir öykü olmuş. yarım kalmaz umarım.
YanıtlaSilYaşadığım sürece kalmaz der, Polat Alemdar misali havaya bürünürüm.
Silfosforlu kedi gözü aşkına! sen de mi?
Sil