26 Ağustos 2011 Cuma

her sabah uyandığımda yüzü gözlerimin önüne gelmiyor artık. sonra diyorum, bu imkansız. hala daha hücrelerim geriye çekilirken, nasıl? mutlu birşeyler olmalı. düşünüyorum, sonra sarıldığını, tekrar tekrar sarıldığını hissediyorum. ama gözleri yine kaçıyor benden. sanırım bu evrendeki bir çeşit, ’ iyi dilek projesi ’ yani bir nevi özür.

Evrenin, 
 ” bak kızım. sana çektirdiklerim için kusuruma bakma. acı çekmeyi bilmediğini, eline yüzüne bulaştırdığını bilmiyordum. şimdi. her sabah uyandığında onu göremediğin yetmezmiş gibi, onun yüzünü hatırlayamayacaksın. bonus gibi düşün evlat. öptüm.”  deme şekli.   

özrünü kabul etmekten başka bir seçeneğim yok. çilek mevsimini geçirmişsin zaten ve hala daha ağzıma sıçmaya devam ediyorsun ya, ne diyim.


13 Ağustos 2011 Cumartesi

lütfen.

şu evren beni üzmekten vazgeçsin. nolur.
çünkü doğru dürüst acı çekmeyi bilmiyorum ve elime yüzüme bulaşıyor.
lütfen ya. 

11 Ağustos 2011 Perşembe

birkaç şey var.

küçüklüğümden beri ne zaman çok mutlu olsam içimde hafif bir burukluk olur. iyi de ben bunu yaşamak için ne yaptım? der gibi bakarım etrafa. ben küçük yaşımdan bu yana tam olarak mutluluk nedir bilemedim. mutlu olmak istemedim. hiçbir şey hissetmemek yeterliydi benim için. fazlasına ciddi anlamda gerek yoktu. çünkü mutluluktan aptal aptal gülümsediğim an, işte derdim. şimdi sıçtık. çünkü bilirdim, ertesi gün onu takip eden ve bir hafta boyunca nefessiz bırakacak boktan bir olay olacak diye. bunun dağınık psikolojisi ile büyüdüm ben. haklıydım şimdi, doğruya doğru.

bundan on sene önce, hunharca bisiklet kullanırdım. ama nasıl. anlatamam, sanki rituelin ortasında vecde geliyorum. o derece önemliydi. en sevdiğim günlerdi o sıra, lacivert bisikletime atlar, oy dağlar dağlar. sonra bir gün, yokuştan düşüncesizce indiğim o gün çıka geldi. ertesi gün ne ben sağlamdım, ne de bisikletim lacivertti. hayır, bu iyi olarak hatırlayacağım bir anı değil. o günden bu yana bisikleti pek kullanmıyorum.

okulun son günleri. sekiz yaşında olmalıyım, yiğitcan bana o gün kantinden caprisun almıştı ve okul bahçesinde birlikte dolaşmıştık. fazlasıyla heyecan verici bir andı, sonra okul müdür yardımcısı bana yaklaştı ve annemlerin beni almaya geleceğini söyledi. o gün büyük ananem ölmüştü.

liseye ilk başladığım dönemlerdeyiz şimdi. allahın belası bir yaz geçirmişim, herşey güzel olsun diye çırpınıyorum. ilk bir sene harika geçiyor. bir ergen nelerden mutlu oluyorsa onların hepsine sahibim. düşünmeden bağlandığım arkadaşlarım sonrasın da dostlarım var. her allahın günü nasıl eğleniyoruz ama, birlikte olmadığımız zamanlarda ise aveanın beş bin sms kampanyasını hunharca kullanıyoruz. o kadar mükemmel ki, diyorum lise harika bir yer anasını satiyim. ve sonra, hayatımın dost kazığını yiyorum. hesap sormadan üstelik.
bunların hepsi kıssadan hisse işte.
yine aynı şey.

aydınlık bir oda, bir elimde ‘casablanca’ filmi diğerinde dinlemek için ‘hevean please’. uzatıyorum, önce casablanca’yı izleyip ağlıyoruz. daha sonra heaven please dinleyip, dans etmeye başlıyoruz. başımı onun omzuna yaslıyorum, ona bulutlardan ve gökyüzünden bahsediyorum. bir de mavi rengin ne kadar kutsal olduğundan. mavi bu kadar güzel olmasaydı Cemal Süreya onu sevmezdi diyorum. aylarca süren bir konuşma geçiyor aramızda. sonra.. kalbinin atmadığını farkediyorum. hissedemiyorum, duyamıyorum.

eh anlıyoruz işte.

biri ışıkları açmış. ortada kimse yok.

siktir.

İLAN.

burdan Buster'e sesleniyorum. beni duyuyorsa eğer, bir şekilde mail atabilir mi. yeterli bakiyem olmadığı için kendisini arayamıyorum. fakirliğin gözü gör olsun. maile giden yolda bir sorun oluştu sanırım. Canözü, naber?
bu şarkı sana gelsin.