29 Haziran 2014 Pazar

Mülksüzler / The Dispossessed - Ursula K. Le Guin - Kitap



GERÇEK YOLCULUK GERİYE DÖNÜŞTÜR
Toplumun yarısının kendini iyi hissetmek için diğer yarısını aşağıladığı bir dünya düşünülebilir mi?
Urras mı yoksa Anares mi?
Kitap boyunca akıl kurcalayan esas soru bu idi. Kitap iki farklı sistemi, sembolik kavramlar üzerinden ele alarak işlemiş ve bunu öylesine iyi yerine getirmiştir ki, içinde bulunduğumuz sisteme sıkışıp kaldığımız bir kez daha gün yüzüne çıkmaktadır. Uras’lı bir anarşistin isyanı, en içimizde yer almış ve onun da yaptığı gibi, kendimiz gibi düşünen insanları alıp Annares’e göç ettikten sonra, dikta rejiminden çektiğimiz şu günlerde hiçbir otoritenin olmadığı uydu gezegende yaşama isteği uyandırmıştır. Bu isteğin ütopikliği tartışılamaz kaldı ki eseri ütopik olarak değerlendirmemeliyiz, çünkü yazar her iki tarafından insan doğasından kaynaklanan olumsuz yanlarını da ele alarak, gerçekten de bunun var olabiliceğine inandırıyor. Fakat Ursula Le Guin’in de altmetinde verdiği gibi, tüm bunlar için illa ki devlete, paraya ve mülkiyete gerek yoktur. Yazarın oluşturmak istediği bir başka figür de, insanı düşünme yetisinden uzaklaştıran, kendi kaderlerini tayin edememe konusunda bir kalıp sunmuş olan davranış, başkalarının onun adına kararlar vermesidir. Yani otorite insanlar için temel bir engel teşkil etmektedir ve biz bu düşünceyi, yazarın salt perdesini aralamaya çalıştığımızda fark edebiliriz. İnsanlar böylece bireysel özgürlüklerinden uzaklaşarak, farkında olmadan topluluğun devamını ve iletişimini sağlayan kurumları merkezileştirirler. Ve bu sistematik düzen de bizi otoritenin gerekliliğine yöneltir.



Kitabın en yoğun olarak anafikrini aşıladığı kısa bir bölüm var. Anarşist bir gezegenden gelen baş karakter Shevek, bir ev ziyareti sırasında küçük çocuğun kendisine turşu tabağı uzatması ve teşekkür etmemesinin üzerine aralarında kısa bir diyalog geçiyor. Küçük çocuk, beklediği teşekkürü alamayınca yadırgıyor ve anarşist yapılanmanın gereği olaraktan şu cümle geçiyor; ‘’ Onları benimle paylaştığını sanıyordum. hediye olarak mı verdin? benim ülkemde yalnızca hediyeler için teşekkür edilir. diğer nesneleri herhangi bir şey söyleme gereği duymadan paylaşırız. turşuyu geri ister misin?’’ Sahiplik duygusunu çok basit olaylara yükleyip bunu çok genç yaşta edinebiliyoruz. Şöyle ki anarşizmin baz alındığı anarres’te bir bebek, diğer akranı ile yaptığı münakaşada ‘güneş benim’ der, "hayır senin değil" der bakıcı kadın "sahip olamazsın sadece kullanabilirsin." Bu noktada yazarın çelişkili bir biçimde mülkiyete eğilim kurduğunu çıkarabiliriz ya da mülkiyette öz davranışı hiçe sayarak, bir bebek, aitlik duygusuna sahipse bu duyguyu tüm insanlar için, ‘sahiplenme içgüdüseldir’ yargısına dönüştürebilir miyiz?

Olay örgüsü çok deneysel ve gerçeklikten uzak olmasına rağmen simgelerle tamamen realist perspektife bağlanmıştır. Anarres ve Urras'ın betimlemesi ele alınırken yıllar önce aynı gezegende yaşayan tek bir toplum olduğuna değinilerek alınmıştır. Şöyle ki sömürüye, yaşamımızın getirisi sınıfsallaşmaya, ezilen kısma, mülkiyet bilincinin verdiği sorumluluğa tepki gösterenler, Odo'yu baz alarak ayaklanmış ve isyanın sonucunda Urras'dan Anarres'e göç etmişler ve Odo'nun devrimci fikirlerinde bambaşka bir hayat kurmuşlardır. Bu dünya düzeninde mülkiyet, para gibi kavramlar yer almamış, bunun yerine tüm kaynaklar ortak kullanılmış. Herhangi bir otoriter simge, bir hükümet, bir devlet ya da bir bayrak bile asla kendine yer bulamamış. Yapılması gereken işler, İşBöl adlı bir bilgisayar tarafından dağıtılıyor ve bu işlerin yönetimi sendikalara bırakılıyor. Gezegende doğadan kaynaklı olumsuzluklar da yaşanıyor, çöller ve kuraklıklar gibi ama ilginç kısmı, herkes sistemin devamı ve Anarres için bunun üstesinden gelmeye çalışıyorlar. Oysa Urras'ta ise insancıl bir iklim, ormanlar ve bol kaynaklar bulunuyor, diğer gezegenin tam aksine. Fakat burada öylesine bir otoriter sistem mevcut ki, yaşanılan sıkıntılar ve olumsuzluklar baskı ile kontrol altına alınıyor.

Farklı bir konuya değinmek gerekirse, feminist yazar Ursula K. Leguin’in, kadın bakış açısıyla ‘mülkiyet’ sorununa geniş perspektifler sunar. Kitapta anlatılan devrimi başlatan Odo bir kadındır. Urras’ta kadınlara görevler ve özellikler tanınmıştır. Diğer insanların dayatması ile biçimlenen bu özelliklerin dışına çıkan kadın, “kadın” faktörünün de dışına çıkmış sayılmaktadır. Shevek’e Anarres’te karşılaştığı kadınları ele alırken, ‘’Matematiği beceremiyorlar, kafaları soyut düşünceye çalışmıyor, uyamıyorlar. Nasıl olduğunu biliyorsunuz, kadınların düşünmek dedikleri şey rahimle yapılır! Tabii, her zaman birkaç aykırı örnek görülebilir, vajinaları körelmiş, suratsız, zeki kadınlar.’’ Urras’taki kadın figürü yaşadığı toplumun çok dışında olduğundan yadırgar ve meraklanır. Bu merakını gidermek için de Urras’ta tanıştığı bir kadın olan Vea’ya ’’Toplumunuzdaki her şey erkekler tarafından yapılıyor sanki. Endüstri, sanat, yönetim, hükümet, kararlar. Bütün yaşamınız boyunca da babanızın ve kocanızın adını taşıyorsunuz. Erkekler okula gidiyorlar, siz gitmiyorsunuz; hepsi öğretmen, yargıç, polis, hükümet üyesi oluyorlar, değil mi? Neden her şeyi denetlemelerine izin veriyorsunuz? Neden istediğinizi yapmıyorsunuz?’’ diyerekten dile getirir.

Bahsettiğim gibi, kitabı bir ütopya olarak ele alınması doğru gelmiyor fakat tüm özette anlatmak istediği gibi, devrim fikri esas olarak hiç gerçekleşmeyecek ama aynı zamanda da hiçbir şekilde bitmeyecek olan bir fikirdir. Sistemler ve yaşayış biçimleri her zaman olarak farklılık gösteren oluşumlardır ve benliğimiz için esas olan, aynı derede bir daha yıkanmayacağımızdır. Bu bağlamda devrim olan biten bir şey değil, sürekli olan değişen ve sürekli bir etkin halde olan kavramlardır. “Devrim her yerde, her şeydedir. Sınırsızdır. En son devrim, en son sayı yoktur. Devrim yasası toplumsal yasa değil, çok daha büyük bir yasadır.” Cümlesi ile tüm bu iki evreni açıklayabiliriz. Devrimi yapamayız ama devrim olmak için hayatımızın her alanında mücadele verebiliriz ancak.