26 Mayıs 2014 Pazartesi

naber gizem



İnsan yalnız kalmaya başladığında büyüyor, tek başına bir şehre geldiğinde ve herkese adres sorarak ilerlediğinde gerçekten yaşadığı hayata sahip çıkıyor. Yollar, ağaçlar, kahvesini yudumlayamadığımız sokaklar.. Evrenin kullanma kılavuzu yok ne yazık ki. İnsanların da öyle. Farklı şehirler farklı insanları beraberinde getiriyor. Şehrini bile bilmediğin insanın sana iyi davranma lüksü yok çünkü fakat bir şekilde başlıyorsun. Eski Muğla'yı bilmiyorsun mesela, ya da Fenerbahçe maçlarını nerede izleyeceğin hakkında bir fikrin yok fakat şehir seni kabul ediyor, tüm yaşanmışlıklarını bir kenara bırakacağını düşünerek seni kabul edip, yeni fırsatlarını sunuyor. Korkuyorsun, kimsesiz ve çaresiz kalmaktan. Sonra bir kitap çıkarıyorsun çantanın derinliklerinden, kıvrılmış bir sayfayı çevirip, bayrak tepe'den şehrine okuyorsun. 


Benim de bir insan tarafım vardı
Bakma böyle kötü olduğuma
Benim de dileklerim vardı
Benim de bir beklediğim vardı yaşamaktan
Yeter artık vurma yüzüme çirkinliğimi
Her gün bir kadın ağlar benim yüzümde
Büyük dertler için benim ellerim
Anlamıyor musun
Sen sevildiğin için güzelsin bu kadar
Ben sevilmediğimden böyle çirkinim


Mutluluk? İlk zamanlar bunu öylesine sorguluyordum ki, dünya üzerinde mutlu olacağım bir alan bulmak neredeyse imkansızdı. Sonra mekandan kaynaklanmadığını öğrendim, başını çevirip, her şeyiyle yanında duracak birine, sen gülmeden gülmeye başlayacak ve hayat tecrübelerinin çoğunu senden bir tık önceden kestirip, en üst rafa bunları dizecek biri gerekiyordu. Mutluluğun mekanlar ile hiç ilgisi yoktu, evet.


İnsanların müzik zevkinden tut, okuduğu kitabı nerede bıraktığı bile önemli bir ayrıntı bizler için. Ayrıntılar hayatı daha farklı ve yaşanılır kılıyor ve tuhaf, buna hep imrenmişimdir. Hiçbir zaman dikkatli olamadığım için, hayattan bazı kareleri kaçırdığımı düşünüyorum. Fakat bunu öylesine kapatan, diğer yarımlarımız var ki. Pagan inancına göre insanlar yeryüzüne geldiklerinde, tüm acılarını ve öfkelerini önceden kabul eder, mutluluklarını ise doğaya salarlarmış. Tüm acıların bu denli kolay kabul edilişi şaşkınlık uyandırmıştı, insanların nasıl bu kadar güçlü kalabileceklerini düşünmüştüm ve sonra, aynı inancı temsil eden başka bir eş kavramını öğrendim. İnsanların bu kadar kolay kabullenmelerinin sebebi, yeryüzüne yalnız gelmeyecek olmalarıydı. Her ruh, ayrı bir eşi ile gönderilip, kolaylaştırıcı görevi sağlardı. Ve bizler, ilk ruhlardan bu yana diğer yanımızı arayıp duruyorduk. Ve diğer ruh, ancak bir diğeri ile aynı şeylere üzüldüğünde, aynı renge bürünüyorlardı. 

Hayat bu kadar basit aslında. Yalnız değilsen, her şey kolay fakat bir de insan yalnız olmayadursun. Bu yüzden şanslıyız. Kurduğumuz hayallerin yıkışını beraber izleyecek kadar şanslıyız. Bu yüzden hiçbir mutsuzluk, üzüntü bu kadar çabalatmayacak. Her zaman beraber talan edeceğimiz bir eski muğlamız, izinsiz girip yaşayacağımız mükemmel evlerimiz ve çimlerimiz olacak. Yenilmiş sayılmayız. 

17 Mayıs 2014 Cumartesi

SOMA.


Bunun bir “ölüm” olmadığını bir “cinayet”; bir “katliam” olduğunu düşünüyoruz sonra. Çünkü gerekli önlemleri almayan ve maden işçilerinin ölümüne “ölüm bu mesleğin kaderinde var” diyen aklın yönettiği bir ülkede olduğumuzu hatırlıyoruz. “Kârına kâr katmanın” insan hayatından, duygularından daha önemli olduğunu düşünüyoruz. Çünkü “kârına kâr katan” o büyük “patronların” ölen kara yüzlerin hiçbiriyle yüz yüze gelmediğini biliyoruz. Buna öfkeleniyoruz. Buna katlanamıyoruz. Nasıl aşağılık bir düzen, diyoruz.

Bir şey yapmalı diyoruz sonra. Sokağa çıkmak, ses vermek gerek diyoruz. Onlar oluyoruz, yüzler oluyoruz, binlere dönüşüyoruz çok geçmeden. Karşımıza ise “tek tip” giyinmiş, kendilerine “polis” diyen, eli yüzü bize benzeyen ama “nefes alışından, duruşuna” bizden çok farklı olan onlarca “şey” dikiliyor. Ellerinde tabancalarıyla, giydikleri zırhlı elbiseleriyle birkaç dakika sonra her yeri cehenneme çevireceklerini düşünen bu “şey”lerin ne kadar iğrençleşebileceklerini gördükçe başa, nasıl bir düzen bu, sorusuna geri dönüyoruz. İnsanların katledilmesi istemeyen insanları katletmeye çalışan bir düzende “yaşam, aşk, sevgi, dostluk” nasıl temiz kalabilir, diyoruz. Sonrasında da öfkeleniyoruz.

Öfkeleniyoruz ama öfkemizin kaynağı ise “onların” şiddeti falan sanılmasın. Kaynağımız, duygularımızı besleyen “sömürüsüz”, “eşit”, “özgür” bir yaşam kurabileceğimize olan; o “kara yüzlerin” emeklerini, sevgilerini, aşklarını, dostluklarını, hayatlarını “kâr hırsında olan” bir patrona vermeden yeşertebilecekleri bir hayatın mümkün olabileceğine olan inancımızdan, hasretimizden başkası değil.  “Beyaz” çarşafı temiz; “kömürlü ve çamurlu” çizmelerimizi pis sanarak, gösterdiğimiz yüce gönüllüğümüzle, yeni bir yaşamı kurabileceğimize inanmamızdan başkası değil. İnanıyoruz, o yaşamı kurmaya. O yaşamı kuracağımız alanlar ise çok belli, dün Taksim’de birbirini tanımayan binlerce yüzün, birbirini tanıyan ve düşene uzanan “ellerinden” başkası değil; yan yana gelerek, el uzatarak, omuz vererek, birlikte gözyaşı dökerek, birlikte haykırarak, o güzel sloganın gerçekliğini görerek belki de: “Kurtuluş Yok Tek Başına, Ya Hep Beraber Ya Hiçbirimiz!