30 Aralık 2012 Pazar

Yağmur sonrası.


Bazı sabahlar uyandığımda hala rüya gördüğümü düşünmeden edemiyorum. Kendi habitat oluşumuma oldukça karşıyım. İnsanlar değişmeli, evet. Peki?

Eskiden de fazla uzaklaşmadan yer değiştirmeye çalışırdım. Bunun oldukça kolay bir yolu vardı üstelik. Babam onikinci ya da onüçüncü doğum günümde yeni bir bisiklet almıştı. Karşı binadaki Nihal'in bisikletinden daha iyiydi üstelik. O zamanlar kaldığımız evi de hatırlıyorum, zemin kat. Salon büyük. Benim odamdan çalışma odasına açılan bir pencere vardı, kitaplık manzaralı. Kitap dediğim de kişisel gelişim o zamanlar. Her neyse, geceleri uyumakta sorun yaşardım o sıralarda, karanlık çökünce nasıl korku nasıl ama. Çekmecelerin içinden yaratıklar, çift başlı ejderhalar, kız kaçıran dilenciler, hayaletler, cinler, periler çıkıp beni kaçıracaktı. Kendimi öyle bir kaptırırdım ki sabaha ölmediğime inanamazdım. Ulan sesimi de çıkaramazdım, babam disiplinli bir adamdı çünkü. Sadece uyumadan kapıyı aralardım, bir şey olursa bağırayım da gelip bulsunlar diye. Velhasıl, ölmedim. Hala daha çok karanlıktan çekinirim biraz. 

Asıl konuya dönersek, bisiklet hediye etmişti. Yeni bisiklet lan, mavi böyle. Nasıl sevinmiştim. Sabah uyanır uyanmaz evin bahçesinde iki tur binip öyle kahvaltı ediyorum, kahvaltıdan sonra tekrar. Akşama kadar. Sonra bahçe ile sınırlı kalmayıp bulunduğumuz sokakta kullanmaya başladım. Sonra Sokağın bitişinde yeşillik alanda, sonra teyzemlere giden o uzun çıkmaz sokakta. Ama buraya kadar fazla ilerleyemiyordum, ya annem seslenirse, ya bir şey olursa diye. Bisikleti kullandığım birkaç sokak vardı, bende onları isimlendirmiştim. Gitmek istediğim yerlerin isimleri ile hitap ederdim. Mesela yeşillik alan ananemler olurdu, vesaire. O zamandan bu yana bir şey değişmedi, hala geride bir şeyleri bırakıp gidemiyorum. 

Düşündüğünüzden ya da yazdığınızdan daha farklı biri olduğunuzu anladığınız an yazmaktan da düşünmekten de vazgeçiyorsunuz.

Olmayın.

2 Eylül 2012 Pazar

Bir Şarkı, bir Şiir.


Sea Out by Guillemots on Grooveshark

Merhaba.
Eylül'ün gelmesini evde oturup şarkı ve kitaplarla kutladığımız bir gün daha. 
Eylül ayının bu kadar sevilmesinin bir nedeni olmalı. Okulların açılması ve herkesin Eylül'de doğmasını dahil etmezsek tabii. Aslında düşününce Mayıs ayı daha ilgi çekici. Konumuz da bu değil üstelik. 

Bundan iki önce, hatta üç olabilir, kaldığımız ev iki katlı bahçesi olan bir binaydı. O zamanlar bu semte yeni taşınmıştık, üçüncü ya da dördüncü sınıf olmalıyım. Evin bahçesi çok büyüktü, o kadar büyüktü ki ilk bir ay boyunca arka bahçenin bize dahil olduğunu bilmiyordum. Okuldan eve geldiğimde hemen arka bahçeye koşar, annemin hasırlarla hazırladığı oturma yerine geçer ödev yapardım. Yan binamızda Duygu abla dediğim biri vardı, simasını falan hatırlayamıyorum hiç. O da gelirdi bazen, ben ödevlerimi yaparken o not çıkarırdı. Ben daha iki satır yazarken, o bir sayfayı bitirirdi. Çok şaşırırdım, o kadar şaşırırdım ki bir gün gelecekti ve onun kadar hızlı yazacaktım, inanamıyordum kendime, liseye başlayanlar böyle oluyordu demek. Bir erkek arkadaşı da vardı üstelik, notlarını çıkarır, annem bize meyve suyu getirdiğinde o da telefonla konuşurdu. Duygu abla benim için büyümenin ta kendisiydi, onun yaşadıklarına inanamıyordum. Yine bir gün ders çalışıyoruz böyle, aylardan sonbahar, mevsimlerden Eylül. Duygu abla bahçede yere düşmüş kurumuş yaprakları toplamaya başladı. Seçiyordu tek tek. Bir yandan da anlatıyordu, yaprakları sakladığından, biriktirdiğinden, kuru yaprak sesinden. Büyülenmiş gibi dinlerdim. Sonra biz taşındık, tekrar ve tekrar ve yine tekrar. Üzerine çok ev değiştirdik ama Eylül ayını o evdeki gibi bir daha hiç yaşamadım. Şimdi arka bahçesi kocaman olan bir evimiz yok, düzenli olarak sitenin bahçıvanı yaprakları temizliyor. Duygu abla yok, ondan daha hızlı not geçiriyorum, haberi yok. 

Her neyse.
Haftanın şarkısını Guillemots'dan seçelim, Sea Out. I Saw Such Things In My Sleep albümünden. Londra'da kurulmuş bu grup pek tanınmış değil belki ama dünyanın en iyi hissiyatına sahipler. İyi dinlemeler.


Haftanın şiiri ise Nilgün Marmara'dan olsun. Hepimiz biliyoruz aslında, çok öncesine dayansa da mutlaka bu şiir bir yerde karşınıza çıkmıştır, eminim. 

Bir karga bir kediyi öldüresiye bir oyuna davet ediyordu. Hep böyle mi bu?
Bir şeyden kaçıyorum bir şeyden, kendimi bulamıyorum dönüp gelip kendime yerleşemiyorum,
kendimi bir yer edinemiyorum, kendime bir yer.'.. Kafatasımın içini, bir küçük huzur adına
aynalarla kaplattım, ölü ben'im kendini izlesin her yandan, o tuhaf sır içinden! Paniğini kukla yapmış
hasta bir çocuğum ben. Oyuncağı panik olan sayın yalnızlık kendi kendine nasıl da eğlenir.Niye izin vermiyorsun yoluna kuş konmasına
niye izin vermiyorum yoluma kuş konmasına niye kimselerizin vermez yollarıma kuş konmasına?
"Öyle güzelsin ki kuş koysunlar yoluna" bir çocuk demiş.

26 Ağustos 2012 Pazar

Dün beraat ettim.







Yaklaşık iki hafta süren ev yaşantım sona erdi. İki haftadır insanlıktan, dış hayattan, yeşil ve tonlarından öylesine uzaktım ki bu kısacık ev döneminden dışarı adım atarken durumun nasıl olduğunu bile unutmuşum. Cüzdanı aldım mı? Ne giysem? Nereye gitsek? Yanıma ne kadar alsam? Ay hava sıcak çıkmasam mı? 

Artık öylesine bir boyuta gelmişim ki mağazaların yeni sezonlarına bakarken bunaldığımı fark ettim. Oysa alışveriş merkezindeki çamaşır suları, kurulama bezleri, kabartma tozu, pasta süsleri daha çok mutlu etti. Acilen içimdeki gün yüzüne çıkmış ev kızından kurtulmam gerek. Zaten bir işe yaramıyor, kimse bana hazır çorba yaparken 'suyu önceden kaynatma yoksa çorba değil çorba topu olur' demedi.

İki hafta boyunca boş durmadım tabii, elmacık kemiklerimi besledim. Topitop gibi oldular.

17 Ağustos 2012 Cuma



Dün V.'nin doğum günüydü. Hastaneden yeni taburcu olduğumdan oturduğum yerden kalkamıyorum. Hal böyle olunca gittim en sevdiklerimden bir kaset doldurdum. 
Merhaba, iyi ki doğdun!

Gelecekmiş, geçmiş'miş.

Bir haftadır goril gibi evde yatarsan boynun, kolun, karaciğerin, başın gözün tutulurmuş. Bir de gelecek planlarına verirmişsin kendini, denedim. %100 çalışıyor. Aha bu espriyi de yaptım ya, gideyim. Gelecek planı derken, bildiğin uzun vadeli, komisyonsuz, depozitosuz, temiz gelecek. Hemen bahsedeyim. Şimdi birkaç kilo daha versem Free Size bedenine düşerim iyice, sonra o gördüğüm eteğin lacivert rengini alırım ama yeşili çok güzeldi ya aman dur gelmişim kaç yaşına yeşil etek mi giyeceğim. Hem sonra bir arkadaşım olur onun da çok güzel arkadaşları vardır sonra bir şey olur, onun arkadaşlarından biri ailemden beni ister sonra biz evleniriz. Gelinliğim dar olsun böyle, hafif kilo alırsam tiril tiril çıkmasınlar. Davetliler ‘şu geline bak’ demesinler zaten kesin kaynana dedikleri şey gıcığın tekidir, laf eder ‘ay biz bunu almazdık da oğlan çok ısrar etti Selmacığım bakma artık, yapacak bir şey yok’ der arkadan. Aman sersem şey,  çoluk çocuğum olursa göstermeyip intikam alırım o da gider Selma’nın torunlarını sever. Baktım olmadı, herif anneci çıktı alırım çocuğumu giderim. Zaten gelecekti maaşım çok iyi olmalı, olmadı ek iş falan yaparım. 

Gelecekte Skins benzeri diziler olur mu ki, House olsun House, en çok onu seviyorum. Türk dizilerinden de Çemberimde Gül Oya gibi diziler olsun. Şimdi Leyla ile Mecnun diyecektim ama bir baktım bizim karşı komşunun oğlu bile izliyor. Üzüldüm günlerce bir şey yiyemedim. Aslında bundan değil de, madem günlerce yatıyorum bir şey yemeyeyim de iyice alıp başımı gitmeyeyim diye yemedim. Ama yine bir kilo almışım, ‘ay su içsem yarıyor canım’ kızlarına katılmak istemiyorum da bu neyin nesi şimdi. Evrenin hiç acıması yok, bak aklıma geldi çok sinirlendim gidip yatayım biraz daha. 

6 Ağustos 2012 Pazartesi



Painte alıştığımızdan bu yana durum böyle. Çizim yapamadığımızdan sadece renkleri ve karalama şeklini kullanıyoruz. Bu yüzden olsa gerek çizim yeteneği olan insanları hem sayıyor hem de kıskanıyorum. Elleri çok güzel.

Bir senedir küçük bir alanda bir tişört iki çorap çifti bir kitap iki fular ve sayısız saç tokası kaybettim. Dün bir de tüm bunlara bilgisayar belleği eklendi. Hepsi hükümsüzdür ama acım çok büyük. Odamı Türk annelerine emanet ediyorum.


Günlerin bu kadar sıkıcı geçmesi hiç iyi değil. Ne yapacağını şaşırıyor insan.
Dün internette örgüden bir kolye beğenip yapmaya karar verdim. Olmadı, parmağımı incittim.
Evde ahşap kutular vardı, desen beğenip boyamaya karar verdim, olmadı.
Çok parçalı puzzle yapayım zaman geçsin dedim, sıkıldım.
Cupcake tarifi bulup denemek istedim, kek yandığı gibi kreması da yoğurta benzedi. 
Ve sonunda her şeyden elimi ayağımı çekip 'en iyi yaptığına devam et Rocky' düşüncesiyle film izledim.
Film de kötü çıktı iyi mi. Hiçbir şey yapamayacağımı anlayıp Ömer'in doğum gününü kutladım.
Acil hobi ilanlarına bakacağım bugün. Bisiklet turlarını araştırıyorum, yazlık sinemaları. 
Yaz tatilinin bitmesine kaç gün var?

11 Temmuz 2012 Çarşamba

MERHABA.



Havaların sıcak olması çok can sıkıcı bir durum.

Sıcak havada ne dinlenir diye düşünüyorum saatlerdir. 

Biraz daha gezip geleceğim.

Ananemlere yemeğe davetliyiz.

Zeytinyağlılardan bahsediyorum.

Gelsenize.

30 Haziran 2012 Cumartesi

Unutma Beni Çiçeği.

Üşengeçliğin tanımını düşünüyorum geçtiğimiz üç dakikadır. Sonunda bir karara vardım, üşengeçlik; enerjinin yola bölümünün yol sonunda ulaşacağın isteğin çok daha az olmasıdır, ya da bence de bunun üzerinde çok düşünmeyelim. 

Çok güzel blog insanları var. Çok güzeller ama bak. Şimdi örnek vermeye başlasam, sonra birini unutsam.. yo dostum, kendimi affedemem. Ama cidden bazı insanlar çok güzel. İlgilendikleri bir konu üzerine yazıyorlar mesela, o kadar iyi yazıyorlar ki 'tanrım diyorum, bu insan çok güzel olmuş.' Sonra merceği kendime doğrultuyorum. Geri dönüşüm kutusu gibiyim, alakalı alakasız, gerekli gereksiz, iyili iyisiz çoğu şey mecvut. Dünyanın en güzel salatasını yapıyorum ama bunu da burada paylaşamam ki. 

En iyisi dedim öylece yazayım, en azından arada gelir bakarım. 
Öylesine söylenmiş bir şey değil aslında, cidden arada eskilere gidiyorum. Ve inanır mısınız, bir ayda bile bir insan değişir mi, değişiyor. 

Bu unutma beni çiçeği.
Sizce de çok zarif ve mavi değil mi?
Ki zaten Beni Unutma filmini izleyenler hemen 'aa' diyerek neden bahsettiğimi anlayacaktır. Ama şimdi konumuz o film değil. Bu çiçeğin hikayesinden bahsedelim biraz;
Bu Alman efsanesine göre Tuna Nehri kıyısında yürüyüşe çıkmış bir şövalye ve sevgilisi, mutlu mesut gelecekten, mutluluklarından konuşurlarken esas kız bu çiçekleri görür ve ne kadar güzel olduklarını söyler. Şövalye de bunu duyunca durur mu? Sevgilisinin gönlünü bir nebze daha fazla çalabilmek için ağır zırhıyla beraber çiçeği koparabilmek için engebelelerin üzerinden ilerler. Çiçeği sevgilisine götürürken, zırhın ağırlığıyla kendini Tuna Nehri sularına bırakır. Ve son kez sevgilisin; "Vergissmeinnicht!" yani "Unutma beni!" diye haykırır.


20 Haziran 2012 Çarşamba




Merhaba.
İnsanın kendine hediye olarak 'pazar günü tatili' vermesi ne hoş.










5 Haziran 2012 Salı

Leyla ile Mecnun, sezon finali.


Sezon finali ile adeta yerle yeksân etmiştir kendisi. 

nereden başlasam, hangi birine üzülsem bilmiyorum ki. İlk defa bu derece bir diziye bağlanıp, onu yastığımın altında saklıyorum. Çünkü sıradan insanların, sıradan olmayan gündelik hayatları. Sen, ben ya da Cemil'i anlatmıyor, hepimizi anlatıyor. Ceketlerimizi alıp giden bir sevgiliyi, belki şiirde buluşuruz diyen umutlarımızı, tutunacak bir insan arayışlarımızı, hepimizi. 
Herkes kendi çölünde.
Ama hiçbir şey az sakallı dede ve İskender Baba gibi üzmedi ya.


4 Haziran 2012 Pazartesi

Günün şarkısı sorunsalı.

 

Evet, dudak kenarında çıkan sivilce iddialarını doğruluyorum. 

Günün şarkısını yayınlayıp, çantanın en derinliklerinde kaybolmaya yüz tutmuş telefonumu aramaya gideceğim, şans benimle olsun;

http://fizy.com/#s/1cekq4


2 Haziran 2012 Cumartesi

Ben yapmadım, Miki yaptı.

Merhaba güzel film afişi, günümü şenlendirdin. Geç otur şöyle. 

Ne zaman bir şey yazmaya kalksam durum hep yollara, gitmeye, insana dayanıyor. Ben aslında böyle bir insan değilim. Dış dünyasında sürekli çay içen, sıkıldığı yerden kalkıp giden, 2012 yılında hala kutuda film biriktiren biriyim. Aslında bunları anlatmayacaktım. 

Seneler önce, bahçesi büyük olan balkonlu bir binanın ilk katında yaşıyorduk. O kadar çok ev değiştirdik ki, şimdi dönüp baktığımda neyin nerede olduğunu hatırlamıyorum bile. Eğer sürekli ev değiştiriyorsanız, sabit anılarınız yok demek. Taşınmadan önce, daha çok filmlerden esinlenip, parkelerin altına küçük notlar bırakmayı düşünürdüm, kısacık kendimi tanıtan bir not. Çünkü taşındığımız evde daha önce kimin yaşadığını deli gibi merak eder dururdum. Hep sanki not yazdığım insanı bulup, onunla yaşayacakmışım gibi gelirdi. Sonra tekrar taşındık. Yeni bir evi satın aldık. Düşünebiliyor musunuz, satın aldık ya. Üstelik bizden önce kimse yaşamamış burada, sıfır. Hala düşündükçe üzülüyorum. Karşı bahçedeki evde birileri taşınıyor şu sıra, gizlice gidip onların evine notlar bırakacağım. 

Aslında başka bir şey anlatacaktım ama konu saptı yahu.

23 Mayıs 2012 Çarşamba

super mario.



Tam şu anda çocukluğuma dair bir pişmanlık yaşıyorum.
Değer miydi ya tüm bunlara?
..

16 Mayıs 2012 Çarşamba

Pardon, bakar mısınız?


Çok mutlu olmak istiyorum. Ama böyle delirmiş gibi. 
Mutluluktan ne yapacağımı şaşırayım. Gidip mutfağa puding kaplarını bir bir çiçek saksılarına boşaltayım, böyle kanepelerde uzun atlamalar yapayım, elbise dolabına koşup, kazağın üzerine askılılarımı giyeyim. Sonra 'gevreeek' diyen satıcının sesini duyup, balkona çıkayım. ' Gevrekçii. Abi sen en son kimle öpüştün?' diye seslendikten sonra içeri kaçayım hızlıca. Çorapların hepsinin parmak kısmını keseyim, parmaksız kalsınlar. Böyle efil efil. Deli divane çılgın olayım o derece mutluluk dolsun. İzdivaç programlarına canlı bağlanıp, ' Bakın asıl mesele, kozmik yapıdaki testosteronun anotermal baskısıyla, hipotalamusa yaptığı endoterm bir etkiden kaynaklı..' dedikten sonra takma dişleri olanları çok beğendiğimi söyleyip, telefonu kapatayım.

Sonra sırt çantamı da toparlayayım, içinde her renk göz kalemi olsun. Caddeye çıkıp başka şehirlere giden arabaların arkasından koşmaya çalışayım.

Hani böyle bir mutluluk olsun istiyorum.
Öylesine mutlu olayım.
Böyle yani, yani..
Kiraz çöplerinden
teker teker
birer mutluluk çıkartayım.
Öylesine.

26 Nisan 2012 Perşembe

Never Let me Go.



Öncelikle, son derece sakin bir film. Hani bazı sabahlara güneşle uyanırsınız da kahvaltı güzel gelir ya, o gibi. Eğer film hakkında bir bilginiz yoksa, olayları adlandırmaya çalışırken yoğun çaba harcıyorsunuz. Direkt olarak verilmiyor ama böylesi daha iyi. Senaryo ile uyumu da oldukça başarılıydı, sanki senarist ile ortak bir yanınız varmış gibi, olayları bildiğinizi varsayan bir özelliği var. Film bu sayede içine çekme konusunda gayet başarılı ve üstelik bildiğiniz şeyler size daha şaşırtıcı geliyor.

Uyarlama senaryolarda çok da nadir görülen bir durum aslında, duygu açısından doyurucu olmak. Ama bu filmde karakterlerin neler hissettiğini o kadar iyi anlıyorsunuz ki, kapıyı açıp yanlarına gidecekmişsiniz gibi. Final sahnesi özellikle, hiçbir şey için izlenmezse bile final sahnesi için rahatlıkla iki saat ayrılır. Bir de görüntüler. Zaten Carey Mulligan'ı barındıran bir film diğerlerine göre bir adım önde değil midir? O nasıl bir sevimlilik o nasıl bir tatlılık. Keira Knightley için çok da ayrı durumlar geçerli değil. Sonuç olarak; akıcı ve etkileyici bir film.

Vaktiniz varsa eğer gidin ve izleyin. İşiniz ne ki?

19 Nisan 2012 Perşembe

Kedimiz olsaydı, şimdi daha farklı olurdu.

Yazmam gereken çok şey var, başka türlüsü olmuyor.
Uyandığında gri bir gökyüzü, radyo açık.
Balkon kapısından hafiften soğuk geliyor, aylardan da Nisan.
Pencereyi açıyorum bazen.
Sen kadar nefes alıyorum.
Oda dağınık.
Sokaklardaki arabalardan hallice.
Sen kadar yürüyorum yine, uzaklık diz boyu, çok büyük dizlerin boyu.
Sen kadar konuştuğum günlerden biri.
Müzik çaların şarjı bitiyor habersiz, yarım kalan şarkılarla doluyor etraf.
Şarkılar da dağınık.
Uzak şehirlerin, uzak hayalleri oluyor ya hani,
Sen kadar inanıyorum.
Fark etmiyor, fark edilmiyor.
Anlatabildim mi?

11 Nisan 2012 Çarşamba

Az önce kolumu dolabın kapağına çarpmış olmamın bunlarla bir ilgisi yok.

Uzun yazmak aslında o kadar da hoş değil. Ama insan anlatmak istiyor, karşılaştığım her insana anlatmak istiyorum. ‘Küçükken gördüğüm buhar tutmuş her cama yazı yazmak isteği gibi..’ cümlesini hatırlatıyor tekrar. İnsan yazmak istiyor. Boş bir kağıt verildiği an gemiler yapmak, bunun için akarsular bulmak, uçaklar yapmak hatta. Kanatları orantısız ve balkonlar bulmak; çiçekleri gün ışığı ile beslemek için.

Hayatım boyunca hiç çiçek ya da hayvan besleyemedim. Ya fazla sudan yapraklarını döktüler ya da unutulup gittiler. Orta yolu bulamadım yani, bunun orta yolu mu olur, dedim. Sonra belki vardır dedim. Ama yok, olmadı. Bugüne kadar getirebildiğim hiçbir şey yok. Ne bir çiçek ne de büyüyüp kocaman olmuş bir hayvan. İnsanları bile yanımda zamanla doğru orantılı olarak taşıyamadım ki. Hep bu yüzden beyaz defter sayfaları besliyorum, şarkılar biriktiriyorum, kitaplıkta en eski romanları büyütüyorum. Sadece birbirimizi dinliyoruz.

İnsan yazmak istiyor dedim ya, hatırlamak da istiyor onun yanında. Kimbilir, belki de olup bitenlerin bir kısmını hatırladıkça yazıyor ve günün birinde zihnimizden atıveriyoruz. Öyle değil aslında, mesela boş parfüm kutuları var. Bazen leylak kokuyor bazen portakal. Beyaz kapaklı olanın kokusu mavi paltoyu hatırlatıyor, çok ucuza alıp ayıla bayıla giyilen.

Karşılaştığım her insana anlatmak istiyorum.

’ Buharlı bir cama yazı yazmaya benziyor. Özenle yazıyorsun, apaçık belli oluyor anlattıkların. Sonra silinip gidiyor.’

5 Mart 2012 Pazartesi

Merhaba, birkaç dramdan söz etmek istiyorum.

- PARDON?!

  • Kahvaltıyı masada hazır görmenin mutluluğu ve elini çaydanlığa uzattığında, çayın soğuk olduğunu hissetmenle çayın soğuk olması.
  • Düşündüklerini anlatmaya çalışırken yapılan özne-yüklem uyumsuzluğu.
  • 5 saat uykunun yetmeme durumu.
  • Uyku çok güzelse demek ki.
  • Saçlarını kestirdikçe kestirme isteği.
  •  İsteksizce oluşan, 'tamam gelirim, ne zaman?'la biten telefon konuşmaları.
  •  Akşam yemeklerinde mantı, bezelye ve zeytinyağlı enginar bulma umudu.
  •  Kulaklıkla müzik dinlerken birinin sürekli sana seslendiğini hissediyormuşsun gibi bir şeyler.
  •  Uzun süredir, adam akıllı yazmama trajedisi.
  •  Üstteki cümleyi ben de anlamadım.
  •  Yeterince iyi yaşayamadığını düşünmek.
  •  Annem gelsin de börek yapsın.
  •  Yapmaz ki.
  •  Kiralık anne arayışları.
  •  Neyse, gideyim de test çözeyim.
  •  Konunun amacından sapması.
  •  Hiçbir şeyin, hiçbir şeyle ilgisi yok bence.
 
 
 
 

25 Şubat 2012 Cumartesi

Baktığın aynadan ileriyi göremediğin zaman dilimleri oluyor. Bazen rüzgarı sadece hissetmekle kalmayıp, duyduğun, tadına baktığın zamanlar. Bahar gelmeden önce açan bir çiçeğin şaşkınlığını yaşıyorsun, belki biraz daha beklese her şey yolunda olacakmış gibi. Beklemiyor, bekletemiyorsun.

İnsan ilişkilerinin seni ilk şaşırtması değil bu üstelik. Bir sabah uyandığında kocaman bir kahvaltı masasında yalnız değilsin, kayısı reçelini almak için bir dakikalığına arkanı dönüyorsun ve sesler kesiliyor. Kaldı ki, yalnızlığın insan üzerinde sorun oluşturmayacak bir yanı da var. Ama yine de anlam veremiyorsun, çevrendeki onca insanın kayısı reçelini sevmediğini düşünerek geçiştiriyorsun sonra. Oysa 'değişim' sözcüğü yasaklanmış gibi, aklına bile gelmiyor. Her insan değişir, etrafındaki insanların bakışlarından başka değişmeyen bir şey dilersin ama yok.

Hepsini bir kenara bırakıp, boş bir kağıt ve kalem aldığında çizeceğin ilk şey ağaç oluyor. Büyük gövdesi olan, dallarını sarkıtmamış ve meyvesi olmayan, renkli yapraklı bir ağaç. Sonra izlediğin bir film sahnesi geliyor aklına. Çayırlıkların arasında renkli gözlü küçük bir kız çocuğu, elinde kıyafetler ile bir adamı bekliyor. Adam uzun zaman gelmediğinde bile bekliyor onu, yine de küçük bir kız çocuğu bir adamı bekleyebiliyor. Küçük bir kız çocuğu, o adamı bekleyebiliyor. Şaşırıyorsun çünkü sen kimseyi beklemeye inandıramadığının farkındasın.

Yine de, sarı saçları olan küçük bir kız çocuğu o adamı hayatı boyunca bekliyor.
Hiçbir şey söylemeden.

Sen ise, hayatından sessiz sakin çıkan tüm insanlara bile bakamıyorsun.

Sen ise, hayatından çıktığın insanlara 'hoşça kal' bile diyemiyorsun.

Güzel bir sahil kasabasında olacağını düşünüyorsun sadece, uzak ülkelerin, yakın hayalleri. Sabaha karşı bir bankta oturmuş gelmesini bekliyorsun.
Küçük bir kız çocuğu, o adamı bekliyor.

30 Ocak 2012 Pazartesi

Aslında bir konu var Gary, Gary Oldman.

Bu sabah Gary Oldman'a haksızlık ettiğimi düşünerek uyandım. Sonuçta film yaşantımın çoğunluğunu kaplıyordu. Sonra mesela ben kolay küfretmezdim, ama bazı sahnelerine gelişi güzel gönderiyordum. O kadar iyi bir kötüydü yani. Sid Vicious derken, Leon çıktı geldi. Yetenek sınırının olmadığını gösterdi. Hem ayrıca, çok da çekici. Bir Dracula'nın bu kadar çekici olacağı aklınıza gelir miydi? Bulunduğum zamana teşrif etse, kahve sözü almadan ayrılmazdım peşinden. Neyse, sadece bu kadar da değil, Fifth Elementh, Dark Knight ve Harry Potter. Sirius Black diyorum, onun naifliğine ün katan insan. Daha ne diyeyim ki. 

Gary, Jean Dujardin'in Oscar'ı alacağını düşündüğüm için senden özür diliyorum. 
Oscar senin kulun köpeğin olsun. 

Sarılayım mı şimdi?

14 Ocak 2012 Cumartesi

Kötü el yazısı olanlar olarak, kaç kişiyiz?



Ulaşmak istediğinde o şeyin ne kadar uzak olduğunu fark etmen pek zaman almasa gerek. Gökyüzüne, iplik sayesinde özenle asılmış bulutlar gibi. Gökyüzü hepimizin tavanı, bu yüzden dert etmeye gerek yok. Her gece gözüne takılan çerçeveye bakıyorsun, sonra uyanmak istediğin sabahlar geliyor aklına. Yaşamak istediğin anları anımsıyorsun.


Bisiklet havasına uyanılmış. Ortada dağılmış kitaplar, bazı fotoğrafları kesilmiş dergiler, kirlenmiş fincanlar, kurumuş çiçek yaprakları, sonbahardan aldığın yapraklar, bir kısmı defterine ait olan yapraklar, sürekli yapraklar. İlerlemek için ayağınla sağa doğru kaydırmalısın hepsini, özene hiç gerek yok. Sonra tozlanmış radyonun düğmesine dokunmalısın. Parmaklarına bulaşan tozu, küçük yıldızları olan sabahlığına silmelisin. Birden en sevdiğin şarkının çalması gerek her şeyden sonra, dinlemesi için tüm insanlığı çağırmalısın. Çay da demlemişsin üstelik, yeterince bardak da var.


Ertesi mevsim oluyor sonra. Öylece durduk yere mevsim değiştiriyorsun. Soğuktan herkes hızla ilerliyor sokaklarda, parfüm kokularını sevdiğin insanlara göre sıralandırıyorsun. Koku çok önemli, benzer kokuyu kullanan insanlar aynı sıfatla giriyor hayatına. Babanın kullandığı parfümü kullanan bir arkadaş edinemiyorsun mesela, her şeyini saklıyorsun ondan. Sonra bazen sırf bir koku için o metroya binmiyorsun, özlemden ortadan ikiye ayrılırken soğukta onbeş dakika daha bekliyorsun. Eve döndüğünde, tekrar aynı çerçeveye bakıp, gülümsemeleri olan dünyada olduğunu düşünüyorsun.


 Sen ve geriye kalanlar.


Sonrası daha kolay.


Belki bir şarkı çalıyor ve senden kilometrelerce uzakta birinin hayatı renkleniyor.
Henüz tanışmadığın insanlar da varken üstelik, mevsim değiştirmek daha bir güzel geliyor.