12 Ekim 2013 Cumartesi

The Age of Innocence (1993) - Martin Scorsese






Scorsese'nin geleneksel film tarzının dışında olan çalışmalarını daha çok beğeniyorum sanırım. Hani hepimizin içerisinde kimsenin bilmediği fakat arada bir dışarı çıkan, sakin bir yan vardır ya, Scorsese bu hallerini fazlasıyla iyi değerlendiriyor. Bu yüzden bu kadar etkilenmiş olabilirim, sert mizaçlı duruşunun yanında böyle naif bir eser verdiği için. Hatta kimi yerlerde, Scorsese tarafından Kubrick'in Barry Lyndon'una verilmiş bir yanıt olarak da geçer. Hayırlısı.

İsmini hatırlayamadığım, hatırlasam da yardımsız yazamayacağımdan üşendiğim yazarın, klasik bir romanı aslında. Uyarlama söz konusu olduğunda Scorsese'nin işin ehli olduğunu zaten savunurum hiç affetmem fakat bu kez farklı olmuş. Tarzının ötesinde, dış sese fazlaca yer verilen, klasik dönem filmi. Ve roman uyarlaması olduğundan gocunmadan kendi tarzı ve o dönemin politik tutumu müthiş yansıtılmış. Kült bir film, kült olmasına ama Michelle Preiffer'ın Kontes Olenska'yı canlandırdığı oyunculuğunda anlamlandıramadığım bir şeyler söz konusu. Özgürlüğüne düşkün ama söz konusu aşk olduğunda kendini kapatan bir karakter, harika bir uyumu var ama, öyle oldu şöyle böyle ama, ama... Saçlarını mı beğenmedim lan acaba? Avrupai yaşam tarzını benimsemiş, iki ülke arasındaki farklılıkların yürüyen ve insanları etkileyen hali. Onun dışında oyunculuklar mükemmel düzeyde zaten, castı ağlatmışlar, Winona Ryder sempatizanlığımı az çok bilirsiniz. Yine burada da masum ve geleneklerle dolu, kendi doğrularını sessizce düşünüp asla dile getirmeyen, aslında hepimizin maruz bırakıldığı May karakterini çok iyi yansıtıyor. May karakteri üzerinden Amerika'nın dönemsel tutumluluğu ve Avrupai hayat tarzına olan bakışını ele alındığını düşünüyorum. Bunu Kontes Olenska ve Newland arasında diyaloglardan da rahatlıkla anlıyoruz. Ellen karakteri tam bir avrupalı, özgür ve yeni yeni oluşmaya çalışan New York'un salt yapısına aykırı davranışlar sergileyip, yeniliğe kapalı toplum tarafından dışlansa da, her zaman için esas oğlanımız Newland için, Daniel Day Lewis, göz bebeği olacaktır. 

Martin Scorsese'nin New York hayranlığını hepimiz biliyoruz, bu yüzden durağan sahne ve görsellik çok ön planda. Mix'ler arası geçiş ve olayların tasvir edilişi yönünden duyguları çok iyi yansıtıyor. Hatta balo salonlarında yer alan tablolar, film içerisinde de hayat buluyordu sanırım, uyduruyor da olabilirim tabii. Böylece sıkılmadan kolayca izliyorsunuz fakat biraz manzara kompleksi olmuş gibi, bu yüzden konu bazı sahnelerde sekteye uğruyor.

Amerika ve Avrupa sinemasında büyük yer edinen, hatta bunu kıtalara yedirmeden değinelim, sürekli karşımıza, karşıma çıkan masum aşk üçgeni beni artık fena bozmakta. Ortada sorumlu kimse yok, her durumda bir kişi incinecek, üzülüyoruz reyiz. Esas oğlanımız yasak aşkını engelliyor, bizler bunu büyük bir şeymiş gibi karşılıyoruz, yine üzülüyoruz. Kimse de çıkıp duruma realistik yaklaşmıyor. May karakteri, ana karakterimize diğerine gitmesi için bir fırsat sunduğu halde kullanmayıp evliliğini sürdüren, üzerine üç çocuk yapan ve hala kalbini bir başkasına adayan Newland karakteri, final sahnesinde umutsuzca vazgeçiyor. O sahne gerçekten iyiydi yalnız. Fakat fedakarlığın timsali insanların temayı oluşturduğu filmler yüzünden ilişkilerden beklentimiz artıyor. Taviz vermelerin önemli olduğunu düşünüyoruz, hayal kırıklıklarımız oluyor, sağladığımız başka mutluluklarla avunuyoruz belki de. Ki sinema dünyasının sürekli olarak övdüğü bu yasak aşklar yüzünden, kanlı canlı Kontes Olenska'lara dönüştürüldük.

Devam da ediyoruz.

1 yorum:

  1. masumiyet çağı (edith wharton)

    yakın zamanda okuduğum bir kitaptı. bu filmi de indirmiştim sonra. izlenmeyi bekliyor hala.

    YanıtlaSil